30 Aralık 2011

geçen yıl geçmeyen yıl...







yıl sonlarında bütün bir yılın değerlendirmesini yapmak adettendir.

ben de bir bakayım dedim bu  yılıma…

depresif girdiğim ve Levent’siz geçirdiğim bir yıldı 2011...

çok şey yaptığım, çok şey öğrendiğim, çok sıkıldığım, çok üzüldüğüm, çok öfkelendiğim, çok uykusuz kaldığım bir yıl oldu . 

bu yıl her şey “çok” geldi bana…

hayatın sıradan ve rutin gittiği, kafamdaki tek sorunun “akşama ne yiyeceğim?” olduğu günleri özledim gene ( Levent’in hastalığıyla uğraşırken de   normal, sıradan hatta sıkıcı günlerimiz böyle  gözümde tütmüştü).

ömrümce bihaber olduğum,  cahil ve kandırılmaya müsait hissettiğim işlerle uğraştım bu yıl:

emlakçılarla ev ev dolaştım, evi boşaltmayan ev sahibiyle, tadilatçılarla, sözünde durmayan doğalgazcılarla cebelleştim. hayatıma saatlerce telefon görüşmeleri yapmak zorunda kaldığım bir sürü adam girdi.

evli olmanın, iki kişi olmanın, sorumluluğu paylaşmanın ne büyük konfor olduğunu düşündüm sık sık.


kendimi ne kadar küçümsemişim oysa... kendimi dövmeyi ne kadar güzel biliyorum da takdir etmede ne kadar acemiyim...


gözyaşları eşliğinde eşyalar topladım, ayırdım, verdim, paketledim,  taşındım, paketler açtım,  yerleştirdim...


bunlar yılın yaslı, sıkıntılı, kederli taraflarıydı...

yılın sevinçli, neşeli, keyifli tarafında ise, kimi moral, kimi akıl, kimi nakit, kimi emek, kimi de şarap vererek destek sağlayan dostlar vardı...

en büyük moral, değer verdiğim ağızlardan dökülen "evin çok güzel olmuş" sözleri oldu...


ya birbirinden güzel, birbirinden değerli  ve anlamlı ev hediyelerine ne demeli ? onlara baktıkça o kadar mutlu oluyorum ki çektiğim tüm sıkıntıları unutup bir ev daha  mı alsam diyorum :)

bir kitapta okuduğum ve kimin söylediğini hatırlamadığım şu söz geliyor aklıma :


"arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim derler, arkadaşlarıma bakıyorum da fena biri değilim galiba... "





          tüm dostalara ve  blogtaki yazılarımı
(çoğu kasvetli olmasına rağmen) okumaya devam edenlere...

















17 Aralık 2011

Maceranın tadı...




M.Yeşim GÖZÜKARA


Günlerden kombimin çalışmaya başladığı ilk, gribimin ise son günüydü...

Akşam vakti, arka balkonuma panjurları kapatma niyeti ile çıktım ve evin soğumaması için balkon kapısını kapattım. Panjurları tek tek indirirken bir çok apartmanla birlikte benim balkonumun da  baktığı   küçük yeşil alanda bir kadının kedileri beslediğini gördüm.

İşim bitince geri döndüm ve aaa... balkon kapısı açılmıyor...

Kolu aşağı indir yukarı kaldır açılmıyor, kilitli  kaldım mı balkonda...

Sanırım kapı kilitli pozisyondayken kapıyı çektim ve kendiliğinden kitlendi. Evde benden başka kimse de yok... telaşla panjuru açıyorum ve bakıyorum ki kedileri besleyen kadın uzaklaşmaya başlamış... arkasından seslenip durumumu anlatıyor, 4-5 apartman ilerde oturan annemin evini tarif ediyorum, onda yedek anahtar var gelip beni  kurtarır.

Kadın tamam diyor, gidiyor...

Ben uğraşmaya devam... ya kadın çeker giderse (ya da sonrasında bir arkadaşımın dediği gibi alzheimer'sa  ve anında unutmuşsa) napacam? alt komşunun panjurları da kapalı... çevredeki apartmanlarda seslenecek kimse de görünmüyor... bağrınsam da mahallenin delisi mi olsam ?

Aşağıda iki kat var... inebilir miyim ki... yoksa sabah yere yapışmış cesedimi mi bulurlar?

Bulurlarsa nasıl düştüğümü anlayan çıkar mı acaba, belki de intihar ettiğimi düşünürler...

"rahmetli kaloriferinin yandığı ilk gün gitti" :)) 

Yaşlı annemi düşünüyorum, telaşlanacak şimdi, evin anahtarını bulabilecek mi, bulsa açabilcek mi?  hadi eve girdi balkon kapısını açabilecek mi? herşeyi unutan , kafası karışık yaşlı bir insan için hepsi ayrı problem...

camdan içeri bakıyorum, ışıkları yanan evim ne de güzel ,huzurlu gözüküyor ...

sonunda kapının açılmayacağına ikna olup yandaki yatak odası penceresine yöneliyorum... sıkı kapatılmamış pencere biraz yüklenmemle hop açılıyor,  içerdeyim...

bi koşu kapıya gidiyor,  ayakkabımı giydiğim gibi dışarı çıkıyorum... kedisever kadının balkonun altına doğru yürümekte olduğunu görüp önce onu yakalıyor ve teşekkür ediyorum, kedi sevenlere güveneceksin demek ki...

Ardından elinde bulduğu tüm anahtarlarla benim apartmana doğru yürümekte olan annemin yanına gidip herşeyin yolunda olduğunu söylüyorum, içi rahatlıyor ve evine dönüyor (ama on dakika sonra telefon açıp bi kontrol etmeyi ihmal etmiyor:))

boşalmış sinirlerimle kendime gülerek evime dönüyorum...











2 Aralık 2011

Psikolog geldiii hanıııım...


                     Roi James (Meditation on Flow)


Yeni tanıştığım insanlara psikolog olduğumu hemen söylemem...

Önce  beni  ben olarak  tanısınlar isterim, sıfatsız.

Öğrendiklerinde bakışları değişiyor çünkü , çekinme ve merak karışımı bir bakışla bakmaya başlıyorlar. Daha kontrollü davranmaya ve normal (!) gözükmeye çalışıyorlar. Normal gözükme kaygısı  doğallığı azaltıyor.

Çünkü ultrasonik bakışlarımla onların aklını ve ruhunu okuyacağımı ve bütün arızalarını bir bir tespit edeceğimi sanıyorlar (tesbit etmediğimden değil de kimin arızası yok ki :))

Üstelik psikoloğu herşeyi çözmüş, herşeyi aşmış, her dertle, her sorunla başaçıkabilen, sorunsuz, ideal insan gibi görme eğiliminde birçoğu.

İdealde olması gereken budur belki de...

Ancak ben meslek içinde bu kıvamda çok az kişi gördüm. Doktorun hiç hasta olmaması, mühendisin en güvenli evde oturması, dişçinin ağzında hiç çürüğünün olmaması gibi bir şey bu ...

Kitabını okuyan herkesin mutlaka odasında bir saat geçirmek isteyeceği ünlü terapist Yalom bile terapist  dayanışma grubuna katılıyorsa biz ne yapalım di mi ama ?

Geçen yaz terapist arkadaşıma danışmaya gittiğimi söylediğim de bazıları şaşkın gözlerle baktı bana... 

nası yani ? psikolog da terapiste gider mi? ya da niye gider? olur mu öyle şey? nasıl psikologmuş o...

Şu bir gerçektir ki terapi görmemiş kişi terapi yapamaz! Yapıyorum diyen yalan söyler. Bir terapiste gidecekseniz ilk sorunuz onun terapi görüp-görmediği olsun...


Kendine kör olan kişi başkalarının görmesini nasıl sağlar?

Samimiyet gereği ,bir süre sonra psikolog olduğumu söylüyorum tabi. Şaşkınlığı atlatanlar yavaştan dillendirmeye başlıyorlar :

"bizim oğlan da bu aralar çok sinirli,ters davranıyo... yaaa bu günlerde hiç konsantre olamıyorum...  hanıma da panik atak dediler..."










27 Kasım 2011

Kendine bakmak, kendini görmek







 Ebru ÜLKÜ


Bu bir ev hediyesi...

ama o kadar özel o kadar değerli bir hediye ki söyleyecek söz bulamıyorum...

insanın kendi bebeğine bakması o kadar inanılmaz birşey ki...

çok emek verilmiş, özenilmiş, uğraşılmış bir hediye...

Burası suluboya öğrenmeye gittiğim atölye: Ebru Sanat

üzerinde suluboya yaptığım masa, atölyedeki camlı dolap ve içindeki kitaplar, bol bol karakalemi çizilen büst, resim çantası, suluboya takımı, arada çayla, kahveyle birlikte yediğimiz bisküviler, Kaan hocamın duvarlarda asılı resimleri, ilk başlarda sıkıntıyla resmini yaptığım antika saat, ayaklı lamba, turuncu pantolonum, gözlüğüm, saçlarıma düşmüş aklar hepsi hepsi var bu minik atölyenin içinde

tek eksik karşımdaki sandalyede ayaklarını toplamış oturan Kaan Hocam...

herbir ayrıntıya tekrar tekrar bakmaya doyamıyorum, gözlerim doluyor...

Kafamı boşaltmak ihtiyacıyla başladığım,  sonrasında çok zevkli, neşeli, unutulmaz anlar yaşadığım , ruh halime iyi gelen atölye günlerim ölümsüzleşti.

Ebru hanıma ne söylesem az gelecek...



Ebru ÜLKÜ

18 Kasım 2011

Yeni ev yeni hayat...






 Erdem Yalçın

 


Bir süredir kutular, torbalar, paketler, hurçlar arasında yaşadığım mülteci hayatı sonunda sona erdi. Burkularak şişmiş bir bilek ve düşünmekten şişmiş bir kafa ile birlikte taşındım.

Ertesi gün ortalığı temizleyip toparlamak için eski eve tekrar döndüm. Boş odaları dolaşırken gözümün önünden çoğu kederli birçok anı geçiyordu. Ama o eve kendimi hiç ait hissetmediğimi, ayrıldığım için de üzüntü duymadığımı farkettim.  Zaten anılarımı da  birlikte götürdüğüm için geride hiçbir şey kalmamıştı. Usulca çektim kapısını kapatıverdim...

Yeni evimdeki hayat ise keyifli başladı. 

Eşya taşıyan adamlar evden ayrılır ayrılmaz, taşınmada yanımda olan dostlarla balkona çıkıp hayatımın yeni manzarasına karşı biraları açmıştık.

Ertesi gün yardıma gelen başka bir dostumla biraz kutu açıp tabak çanak boşalttıktan sonra oturup sohbete daldık ve akşamına yeni salonumda ilk yemeğimizi yedik, üzerine gelsin keyif çayları... ev yaşanmaya başlanmıştı bile...

Üçüncü gün ressam dostum elinde yukarıda gördüğünüz muhteşem ev hediyesi ile kapıyı çaldı, şarap açmamak olmazdı… hediye ile de yetinmedi Levent'in kitaplıklarını beyaza boyayıp yenileyiverdi.İkea'ya söyleyin beni artık beklemesin ...

Her gün yardıma, evi görmeye, hal hatır sormaya uğrayan dostlar sayesinde bu evin sohbeti, paylaşımı, neşesi bol ,çekim gücü yüksek bir ev olacağını anladım.

Bir  dostumun tavsiye ettiği gibi kırmızı şarapla evi kutsayıp evin sağlıklı ve huzurlu  yaşanacak bir yer olmasını diledikten sonra artık yeni hayatıma başlamış olacağım ya da eski hayatımda yeni adımlar atmaya…




 
Erdem Yalçın   facebook sayfası

Erdem Yalçın'dan daha fazla resim görmek için tıklayın


29 Ekim 2011

hayata büyü katan insanlar gerek...









Evliliğimin ikinci ayıydı...

Kışa denk gelen bayram tatillerinden birini fırsat bilerek Levent'le Kapadokya'ya gidiyoruz. Hava soğuk, hayat güzel...mutluyuz...

Avanos'da Kızılırmak kenarında bir otele yerleşiyoruz.Tüm kapadokya ince bir kar örtüsü ile örtülmüş. Göz alabildiğine uzanan ve bir krema torbasından sıkılmışa benzeyen kayalar ortamı masalsı ve büyüleyici kılıyor. Sanki Tanrı üzerlerine pudra şekeri serpmiş...

Akşam yemekten sonra Kızılırmağın diğer tarafında kalan Avanosu görmek için otelden çıkıyoruz. Soğuk kış akşamında dışarıda ikimizden başka kimse yok. Kızılırmağın üzerindeki demir köprüde ağır adamlarla, havayı içimize çekerek, sağa sola bakınarak yürüyoruz. Köprünün ortasına geldiğimizde duruyor ve  koyu bir karanlıkta sessizce akmakta olan nehire bakıyoruz.

Birden nehirin üzerinden bir ışık geçiyor, şaşırıp ne olduğunu anlamaya çalışırken başka bir tane daha ,bir tane daha... nehrin üzerinden renk renk ne olduğunu, nerden geldiğini anlayamadığımız  ışıklar akıyor... gözlerimize inanamıyoruz... nasıl bir şey bu?  sanki birisi (tanrı?)  ikimize özel bir sihir gösterisi yapıyor... yoksa yıldızlar nehre mi düştü?  gözlerimizi ayırmadan ikimizden başka kimsenin şahit olmadığı bir mucizeyi seyrediyoruz...

Köprüye doğru koşan ayak sesleri duyduğumuzda kafamızı çeviriyoruz... Yirmilerinde bir delikanlı koşarak geliyor ve köprüden aşağı eğilerek  uzaklaşan ışıklara bakıyor...

Onu görünce bunun iki kişilik bir rüya olmadığının farkına varıyoruz. Konuşunca  bu gösterinin yaratıcısı olduğunu da öğreniyoruz. Bizi davet ettiği hediyelik eşya ve çömlek atölyesinde işin iç yüzünü anlatıyor: 

Aylardır pet şişe biriktiriyor ve onları kesip renk renk boyuyor . Hayalini gerçekleştirmek üzere tam bizim köprüye yürüdüğümüz  zaman nehrin yukarısına  çıkıyor. Her birinin içine  bir mum yerleştiriyor , mumları yakıp pet mumlukları nehire bırakıyor ...

Uzaklaşan ışıkları  köprüden seyredebilmek için koşmaya başlıyor ve köprüde şaşkınlıkla nehire bakan iki kişiyle karşılaşıyor...




van gogh (Ren nehrinde yıldızlı bir gece)



18 Ekim 2011

Senden nefret ediyorum yaşlı amca


                                                    Roi James (meditasyon)


ama senin bundan haberin yok.

ben akşam işten dönerken sen her zaman olduğu gibi camlı balkonunda keyifle oturup televizyonunu seyrediyor göz ucuyla da bana bakıyorsun. Bazen de karşında oturan yaşlı eşinle sohbet ediyor, çayınızı/kahvenizi içiyorsunuz.

sizi ilk farkettiğimde "işte en güzel hayat bu!" demiştim. Ununu eleyip eleğini astıktan sonra balkonunda oturup geleni geçeni, hayatın akışını seyretmek, eşinle kahveleri höpürdetirken konudan komşudan, akrabalardan, tomurcuklanan çiçeklerden konuşmak. Zamanla yarışmadan ,sabah ,öğle ,akşam şeklinde üç vakitte yaşamak...

sizin bedenlerinizin üzerine Levent'le kendi kafamı oturtarak gelecekteki halimizi düşlüyordum.

bizim doktorlara, hastahanelere gittiğimiz zamanlarda siz camın önünde oturmuş karşılıklı çayınızı içip sohbetinizi etmeye devam ediyordunuz. Sizi gördükçe gittikçe uzaklaşan bir hayale baktığımı seziyordum, içim acıyordu. 

sonra Levent gitti...ben kaldım, tek başına bir hayat düzeni oluşturmaya başladım. Benim için hayat kökten değişti, başka bir şeye dönüştü. Oysa sen gene balkondaki köşenden tv'ni izliyor, eşinle şundan bundan sohbet ediyorsun.

ve önünden her geçişimde gözlerimi kaçırırken kaybettiğim tüm hayallerimi bana tekrar tekrar hatırlatıyorsun,

işte bu yüzden senden nefret ediyorum...





 


12 Ekim 2011

Seç bakalım...

Hikmet Barutçugil



Bu yıl uzun uzun ev aradım. Esnaf ağızlı, ısrarcı emlakçılarla dolaştım. Acayip mutfaklar, yamuk  odalar,yumuk salonlar, komik balkonlar gördüm. ”Bakımlı” denen evleri gördükçe “keşke bir tane bakımsız ev bulsam da gönlüme göre yaptırsam diye hayal ettim.

Sonra hayalim gerçek oldu ve çok bakımsız bir ev satın aldım. 30 yıllık mutfağı, turuncu desenli fayansları, tarihi kalebodurları ve kartonpiyerleri ile oldukça kasvetli bir yaşlı eviydi bu.

Evimin eski sahipleri güç bela ve nerdeyse kavga dövüş taşındıktan sonra tadilat başladı. Önce tüm dolaplar ve kartonpiyerler söküldü, elektrik, su tesisatları elden geçti, mutfak duvarı yıkıldı, her taraf toz toprak ve harabe hale geldi, tozlar tozlara karıştı...

Sonra sıra ennn zor kısma, seçmeye geldi. 

Önce mutfak dolap kapakları…

Mat istiyorum diyerek olasılıkları yarı yarıya azaltmama rağmen hala bir çok seçenek vardı. Tek renk, altı ayrı üstü ayrı renk veya bir kapağı ayrı diğeri ayrı renk mutfaklar, düz veya ağaç dokulu, şekilli ,oymalı, camlı, camsız dolap kapakları…

Arkadaşlarımın “nooolur beyaz olsun, bari üstü tarafı beyaz olsun” baskılarına direnen ve ağaç dokusu seven biri olarak akçaağaç ve italyan cevizinde karar kıldım. 12 yıl boyunca mor dolaplı /yeşil duvarlı  mutfak kullanmış biri olarak bence oldukça sade bir seçim oldu. Eee bunun banko üstü ve yer seramiği, graniti ve duvar boyası da var seç bakalım…

ya kapılar… kapıların rengi, biçimi, camlı mı camsız mı olacağı, kapısız olan mutfak ve salona kemer mi  yoksa ahşap kiriş mi yapılacağı…

Sırada banyo var ;tamam mat ve açık renk olacak orası kesin de nasıl bişey olacak? Hadi internette aramalar başlasın. Aman Allahım nasıl gösterişli banyolar onlar öyle! Sanki saray banyoları. Biz mi gösterişe bu kadar düşkünüz yoksa bütün dünya da trend böyle mi? 

Antik tarzda beğendiğim iki model de seramik dükkanlarında yok ,”eski model artık satılmıyo” diyor dükkan sahibi “belki Karabağlarda olabilir” nasıl gideceğim, gezeceğim Karabağlarda...

Arkadaşım “duvar kağıdını düşündün mü” diyor. Haydaaa banyo için de duvar kağıtları varmış. Biraz da onları araştırıyorum ama beğendiğim olmuyor,  mecburen seramikteki üçüncü tercihimde  karar kılıyorum.

Şimdi duvarların rengini seçelim…

Bin tane ton var nerdeyse ,seç  seçebilirsen. Öyle güzel renkler var ki her duvarı ayrı renk boyatmak istiyorum. Arkadaşlarımdan bir sürü öneri, fikir, yorum alıyorum:

Yatak odası lila mı eflatun mu olsa acaba diyorum “depresyon yapar”, her odayı farklı renk yapsam diyorum “gözü yorar”, koyu renk yapayım diyorum ” kasvetli olur”, açıklı koyulu boyatsam “niye duvar kağıdı yapmıyorsun?”

Düşünüp taşınıyor veee sonundaaa.....bir şarap açmaya karar veriyorum :)

Beynim zonkluyor…seç…seç…seç…seç…


O kadar çok seçim yaptım ki hatırlayamıyorum bile. Bakalım her şey bittikten sonra  “aaaa ne güzel olduuu” mu yoksa “bu ne yaaa, naaaptım ben?” mi diyeceğim.


 
Hikmet Barutçugil

7 Ekim 2011

inanmak istiyorum...




                                                    Ayten TAŞPINAR



Hint felsefesinin dört kuralı varmış...



İLK KURAL : 

" Karşına çıkan kişiler, her kimse, doğru kişilerdir." 

Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır, ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler. 


İKİNCİ KURAL : 

"Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır." 

Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. "Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı" gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye. Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.


ÜÇÜNCÜ KURAL :

" İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır." 

Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç. Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır. 


DÖRDÜNCÜ KURAL:

"Bitmiş olan bir şey bitmiştir. Bu kadar basittir." 

Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder. Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğumuz bu tecrübeyle ileriye doğru bakmak daha iyidir.


Ne güzel, ne rahatlatıcı sözler...


inanmak istiyorum...


19 Eylül 2011

Aile yaraları...



                                                                  Lawrence Yang


Yolda yanyana yürüyen bir karı koca gördüm. Anne  altı-yedi yaşlarındaki bir oğlan çocuğunun elinden tutuyor,  çift birbirleriyle konuşuyor, çocuk da adımları kısa kaldığı için azıcık arkadan geliyor ve sürekli onlara  bir şey göstermeye,  sormaya çalışıyordu.

Anne-baba onun sesini duymalarına rağmen dönüp bakmıyor  konuşmaya devam ediyorlardı.

Israrlı seslenişlerinin  cevapsız kalması sonucu çocuk bir süre sonra sustu  ve arkalarından sessiz ve kırgın yürümeye başladı.

Biz çocuklarımızı çok severiz, üstlerine düşeriz, onları her zorluktan her sıkıntıdan korumaya  her türlü imkanı sağlamaya uğraşırız…

Üstelik bu durum genellikle 10 yaşındayken de 40 yaşındayken de böyledir. Çocuğumuz her daim “çocuk” tur. Hep korunup kollanmalı, elinden tutulmalı, yol gösterilmelidir.

Beni düşündüren şey , bu kadar sevilip, korunup, kollanan  çocuklara niye bu kadar az saygı ve güven duyulduğudur.

Neden onun sorularının, sözlerinin, isteklerinin vakit kaybı veya gereksiz gürültü olarak görüldüğü, dalga geçildiği, gülündüğü  ve hatta küçümsendiğidir…

Bazı durumlarda ve bazı ailelerde çocuğun küçük ve zayıf olmasının onu nasıl sinir/stres  boşaltma nesnesi haline getirebildiğidir...

İşte bu çocuklardır büyüyünce yetişkin olamayan, kendine saygı duymayan, küçük gören, beğenmeyen, soru sormayan, hayata  merakını, ilgisini, cesaretini yitiren, hep onaylanmaya, alkışlanmaya, elinden tutulmaya  ihtiyaç duyan, her daim destek arayan…

İşte bu çocuklardır, kendi çocukları olduğunda aynı hasarı onlara verecek olan…

"Dünyanın bütün hikayeleri aile yaralarıdır. Orada başlar, orada gelişir oraya dönerler"
                                                                                                          M.Mungan
                                                                                                                          


10 Eylül 2011

Taşınırken...





                                                               Hasan Gürsoy



Taşınırken sadece evi geride bırakmayacağım ki...

Senin gülerek beni kapıda karşılayışını da bırakacağım..

Yerleştirdiğin eşyaların yerlerini , çaktığın çivileri de bırakacağım...

Kış akşamları eve gelirken uzaktan gördüğüm evin ışığını, balkonda karşılıklı yediğimiz kahvaltıları / yemekleri, mevsimden mevsime değişimini izleyip konuştuğumuz park manzarasını da bırakacağım...

Hastalığın ilerleyip iyice halsiz düştüğünde çıkamadığın apartman merdivenlerini, aynasına dayanarak durabildiğin asansörü, tutup kalkabilmen için monte ettiğimiz tuvaletteki metal tutacağı da bırakacağım...

Plastik sandalyede oturarak yıkanabildiğin banyoyu,

Yattığın yerden  " ne adaletsiz allahsın sen" diye inlediğin küçük odayı ve son günlerini geçirdiğin salonu da bırakacağım...

ve duvardaki elinin izini...






17 Ağustos 2011

taşınma zamanı


L.Arın

En zoru yılbaşı sonrasında geçen yıl birlikte aldığımız takvimi duvardan indirmekti. Birlikte yaşadığımız son yıl da sona ermişti. Bir hafta depresyonun karanlık kuyularına indim, buzlu camlar arkasından baktım dünyaya. En ufak bir çağrışımda sokak, otobüs demeden dolan gözlerle dolaştım.


Şimdi birlikte oturduğumuz son evden taşınmaya hazırlanıyorum. En kıymetli şeylerini, gözün gibi  sakladığın, biriktirdiğin kitaplarını topluyor, ayırıyor ve elden geçiriyorum.

Yalnız kitaplar mı , yayın hayatı sona ermiş dergiler, hiçbir sayfasına kalem değmemiş değişik yılların ajandaları, çoğu tanımadığım akrabalardan gelmiş kartpostallar, gençliğinin konser, tiyatro ve sergi broşürleri, yüzlerce kitap ayracı, 60-70'li yılların gazeteleri, gazetelerden kesilmiş köşe yazıları ve haberler, sahibinin hala aynı işi yaptığı şüpheli yüzlerce kartvizit, boş defterler...

ya kitaplar...ya kitaplar...

50'li yıllardan günümüze kadar her dönemden, kimi ilk basım, dizgi hatalı, kötü basımlı, kimi eski türkçeli, sararmış kitaplar, kimi imzalı , edebi, felsefi, siyasi kitaplar...

Bu kadar tutku ve özenle korunmuş, saklanmış bir kolleksiyonu yeni bir hayat için bozuyor , dağıtıyor , bağışlıyorum.

Ve bunu yaparken ne kadar bana izin vermiş olsan da senden özür diliyorum.










3 Ağustos 2011

Sevgilim...




                                                           Levent Arın


Sevgilim,

yetimim benim,

aylar nasıl geçiyor zaman hiç geçmezken

...kapılar kapalı, dünya buzlu cam
uyuşmuş gözlerimin önünde
hayat akıp gidiyor hiç kımıldamadan

ikimizin yerine dinliyorum
sevdiğin şarkıları
siyah tişörtünü giyiyorum yatarken
gömleklerini, kazaklarını, kokunu
senin rüyalarını görüyorum ölür gibi uyurken
gün boyu elimde kahve fincanı

kapıyı açmıyorum
telefonlara çıkmıyorum
başını bekliyorum geleceği olmayan hatıraların

Sevgilim,

yetimim benim,
nasıl da kayıtsız gülüyorsun hayata
öldüğünden haberi yok fotoğraflarının...


Murathan Mungan





                                                            

24 Temmuz 2011

Karalatma defteri


 

Bir edebiyat tutkununun "karalatma" defteridir bu. 

Her bir sayfasında şairlerle, yazarlarla yapılmış güzel sohbetlerin, tartışmaların izlerini taşır.

İlk sayfayı Necati Cumalı karalamıştır. Tarih 20.02.1976'dır.

Cumalı'yı iki güzel şiiri ile anmalı...

 

ÇIPLAK


Dudakların aşkla ıslak
Cennetten kovulan ırmak
Yatağımda çırılçıplak
Her gece gürül gürül ak
Yıkık yönlerimi götür
Umutsuzluğumu yıka
Yarına beni değiştir

Geldiğin yerlerim yeşil
Gittiğin yerlerim kurak


SONUNA GELİYORUZ

Sonuna geliyoruz dostum
Eksiliyor soframızda
Bir bir iskemleler

Duyuyorum içimde
Yeşeriyor baş verip
Toprağa vereceğim tohum

Bu yaştan sonra her şey
Uzak yakın bana eşit geliyor
Toprağı daha bir seviyorum





 

16 Temmuz 2011

Surviver'ı ben kazandım!





                                                             N.Arın


Bloğa şöyle bir baktım da "ne bu ciddiyet kardeşim !" dedim. Üç günlük dünyada irdele irdele nereye kadar? Filozof olmaktansa mahallenin delisi olmak daha eğlenceli bence. Ya da içtiğim şaraplar yüzünden böyle düşünüyor olabilirim.

Neyse efendim bu surviver muhabbetlerini görünce bende kendi surviver maceramı anlatayım dedim, buyrun :

Üniversitenin ilk yılında yaz tatilinde arkadaşlarla birlikte tatil yapmak için üniversitenin kampına yazılıyoruz. Öğrencilerine 10'ar günlük dönemler halinde tam pansiyon ucuz tatil yaptıran bir kamp bu. Kamp zamanı gelince de bavulları topluyor ve kampa gitmek yerine özgürlük ve maceranın tadını yaşamak adına kendi başımıza tatil yapmaya karar veriyoruz.

İki kız iki erkek (o zamanlar hepimiz sadece arkadaşız) bir yerlerden bir çadır odası (çadırın içine konulan odalardan) buluyor ve Didim'e doğru yola çıkıyoruz. Didim'in uzağında bir yerlerde inerek yoldan yaklaşık yarım saat yürüyor ve ıssız sessiz bir koya ulaşıyoruz.

Önce çadır odasını kurmaya çalışıyoruz ama oda çadırla birlikte işlevsel olduğu için çadırsız bir türlü ayakta duramıyor.Neyse ayakta durur hale getiriyoruz. Etrafta bizden başka kimse olmadığı için eşyalarımızı açıkta bırakıyoruz.

İlk günler eğlenceli geliyor. Kumlu pırıl pırıl bir denizi var. Bol bol yüzüyoruz. Ancak  sadece içecek kadar tatlı suyumuz olduğu için duş alamıyoruz. Öğle saatlerinde sıcak basınca koydaki tek ağacın gölgesine dört kişi sığışmaya çalışıyoruz.

Getirdiğimiz hazır yiyecekler bitiyor, öğlenin 50 derece sıcağının altında pişirdiğimiz hazır çorbaları ve zeytinyağlı makarnaları yiyor, neredeyse kaynamış suyumuzu içiyoruz. Suyu bitirdiğimizde 30-40 dakika yürüyerek ulaştığımız bir oluktan dolduruyoruz.

Bir türlü ayakta duramayan çadırı her gün yeniden şekle sokmaya uğraşıyor akşam olunca da yaklaşık 3x3 m büyüklüğündeki odada yanyana, fazla hareket edemeden yatıyoruz.

Sabah güneşin doğmasıyla çadırın içi dayanılmaz sıcak oluyor ve uykumuzu alamadan çadırdan çıkmak zorunda kalıyoruz. Sonraki günlerde çadırı boşverip dışarda yatmaya başlıyoruz.

Geceleri ay ışığında bütün gün sıcaktan kaynamış likörlerimizi içiyor, sarhoş olup kusuyor, kusmak için denize girip kendini kaybeden arkadaşları sürükleyerek boğulmaktan kurtarıyoruz.

Tuzlu derimiz günden güne kuruyor, davul gibi geriliyor, saçlar ise peruk mu desem kask mı desem hepsi bütünleşmiş oyuncak bebek saçı kıvamında.

Açlık, susuzluk, sefillik  sıcakla birleşince eğlencesi azalıp işkencesi tahammül edilemez hale geliyor ve birbirimize batmaya, diş bilemeye başlıyoruz.

Neyse ki cinnet geçirip birbirimizin boğazını sıkacak hale gelmeden İzmir'e dönmeye karar veriyoruz.

Üniversite kampının süresinden daha erken döndüğümüz için, ailelere durumu çaktırmamak adına kalan günlerimizi arkadaşın evinde dinlenerek tamamlıyoruz. Duş alıp, normal yemeklere kavuşunca ruh sağlığımızda düzeliyor.

Özgürlük ve maceranın tadını beğenmeyince  bir yıl sonra tıpış tıpış  üniversitenin kampına gidiyoruz...tabildot yemek kadar güzeli var mı  :)







10 Temmuz 2011

Bazen ölmek gerekir

                                                              



Hayatından memnun değilsin... tamam...

sevmediğin bir işin veya mutsuz bir ilişkin/evliliğin var...

belki de bunlar yok diye mutsuzsun...

Rutin sıkıcı bir hayat...hem sürdüremediğin hem bitiremediğin doyumsuz, tahammülü kalmamış ilişkiler...

hayallerinden uzak düşmüşsün...artık hayal kuramaz olmuşsun...heyecanın yok...körelmişsin...

geleceğe baktığında gördüğün şimdikinin devamı bir hayat...düşünürken bile bunalıyorsun...

ilişki kuramamışsın...kurdukların yürümemiş veya heyecanını yitirmiş, eleştirmeye, hesap sormaya, umursamamaya ve mutsuz etmeye dönüşmüş bir ilişkidesin...

beklentisizsin...çareyi terapistlerde, antideprasanlarda arıyorsun...belkide hayatına son vermekte...

Peki bu hayata neden hala devam ediyorsun?

Yürümeyen ilişki/evlilik, sevilmeyen iş, tahammül edilmez iş ortamı,  zoraki arkadaşlıklar ve akrabalıklardan neden bir türlü vazgeçilemez?

hergün bile bile acı çekmeye ve çektirmeye devam edilir...

neden hayallerinin peşinden gidenlere imreniriz de   güvenli , risksiz ama sıkıcı ve öldürücü  hayat tarzımızdan bir türlü vaz geçemeyiz?

hayatı değiştirmektense intiharı düşündürecek kadar korktuğumuz risk nedir?

sigara gibi zarar veren bir alışkanlığa dönmüş bir ilişkiyi/evliliği bitirmek... 
(yalnızlık ? korunmasızlık ? ailem-elalem ne der ?)

sıkıcı, tüketici ,köreltici bir işi bırakmak...
(işsizlik ? parasızlık ? ailem-elalem ne der?) ,

zorunluluğa ve sızıya dönüşmüş arkadaşlıkları sonlandırmak...
(yalnızlık ?)



"intihar etmek kendini öldürmenin tek yolu değildir" der Duvara Karşı'da Fatih Akın,

bazen "ölmek gerekir" der bir dostum da 
"yeniden doğmak için"...




                                                                                L.Arın

2 Temmuz 2011

Sıcak bir temmuz gecesiydi...




İşe girdiğim ilk yılın yazıydı. İzmir'in sıcak temmuz akşamlarından biri...nasıl heyecanlıyım...efes antik tiyatroda Sting konserine gideceğim.

Sesine ve müziğine hayran olduğum, bir çok parçasını ezbere söylediğim , kariyerini yakından takip ettiğim, çok da yakışıklı bulduğum (eee gençti o zamanlar) Sting'i canlı göreceğim!

Üniversiteden arkadaşlarımla araba ayarlıyor ve Selçuğa doğru yola koyuluyoruz. Güneş batarken yüzlerce arabanın arasına arabayı park ediyor ve elimizde tiyatronun taşlarına koymak için aldığımız minderlerimizle kalabalık bir insan grubu arasında görkemli amfitiyatroya doğru yürüyoruz.

Saat geliyor kapılar açılıyor, yüzlerce insan iki koldan amfitiyatroya giriş yapmaya başlıyor.

Seyirciler, Efes halkının antik çağlarda yaptığı gibi tiyatronun büyüleyici havasının   içerisinde yerlerini alıyorlar. Arkalardan girmemize rağmen protokolün hemen ardından yer bulabiliyoruz. Antik sütunları aydınlatan renkli ışıklar yanıyor. 

Müzisyenlerin çıkmasıyla birlikte büyük bir alkış kopuyor. Ardından mütevazi adımlarla boynunda bas gitarıyla Sting mikrofonun önüne geliyor. Şarkılarını  ardı ardına söylemeye başlıyor.

Konseri O mu veriyor ben mi bilemiyorum. Her şarkıya eşlik etmekten kendimi alamıyorum. Her şarkı sonrası 20 bin kişi ayakta alkışlıyor. Bis parçasından sonra çok alkışlasak da sahneye geri dönmüyor ve konserin bittiğini kabullenmek zorunda kalıyoruz.

Tiyatrodan çıkıp arabanın olduğu yere varmamız 30-40 dk.'yı buluyor. Gecenin enerjisi içinde neşeyle, şakalaşarak arabaya biniyor ve yola koyuluyoruz. Şöför arkadaşım o ara radyoyu açıyor ve haberlere denk geliyoruz.

Spikerden, Sivas'ta,  Pir Sultan Abdal şenlikleri katılan Aziz Nesin, Asım Bezirci, Metin Altıok, Muhlis Akarsu, Hasret Gültekinin de içinde bulunduğu  Madımak otelinin önünde binlerce karşıt görüşlü insanın protesto gösterisi yaptığını, önce otelin önündeki araçları yaktıklarını, sonra oteli taşlayıp ardından da  ateşe verdiklerini, çıkan yangında 33 konuk 2 otel görevlisinin can verdiğini, aralarında Aziz Nesin'in de bulunduğu 51 kişinin de olaylardan kendi olanaklarıyla  ağır yaralarla kurtulduğunu, itfaiye merdiveniyle kurtarılmaya çalışılan Aziz Nesin'in, merdiven trabzasındaki görevli tarafından darp edilip, merdivenden itfaiye aracı etrafında toplanan azgın kalabalığa doğru itildiğini, başından yaralanan Aziz Nesin'i linç girişiminden araya giren polislerin kurtardığını dehşetle dinliyoruz.

Evet tarih 2 Temmuz 1993 ve biz büyük bir coşkuyla başladığımız geceyi büyük bir üzüntü ve sessiz bir öfkeyle sonlandırıyoruz.







27 Haziran 2011

*Amor Fati

                                                     N.Arın


Zerdüşt, şöyle bir düşünceyle meydan okur  (lütfen yüksek sesle okuyalım) :

Ya bir gün şeytan sizin en yalnız yalnızlığınıza gizlice girer ve size şöyle derse: 

“şu anda içinde yaşadığın ve daha önce yaşamış olduğun bu hayatı bir kez ve sayısız defa daha yaşayacaksın; içinde yeni hiçbir şey olmayacak, ama her acı, her sevinç ve her düşünce, her iç çekiş ve anlatılamayacak kadar küçük veya büyük her şey aynı sırayla sana geri dönecek , ağaçların arasındaki şu örümcek ve ay ışığı, hatta şu dakika ve ben bile. Varoluşun ebedi kum saati tekrar tekrar ters çevrilecek ve onunla birlikte bir kum tanesi olan sen de !”

(Böyle buyurdu Zerdüşt/Nietzsche)

Şu an yaşadığın hayatı sonsuza dek tekrar tekrar yaşayıp durmak  ödül müdür ceza mı?

Sanırım ben kendi cevabımı biliyorum.

*Amor fati : kaderini sev (ya da sevebileceğin bir kader yarat)




                                                      L.Arın





17 Haziran 2011

En büyük cehennem insanın kendisi midir?


         Levent Arın



Kasvetli bir yazı var karşınızda benden söylemesi, "canımı sıkmaya hiç  niyetim yok" diyenler için son çıkış...

Okumaya devam edenler cehenneme hoş geldiniz...

Bütün dinlerde cehennem ,ölümden sonra günahların bedelinin ödeneceği yer olarak anlatılır. İnsanın derisini eriten korkunç alevler, kaynar ve irinli sular, vahşi hayvanların saldırması, akrep, böcek ve yılanlarla dolu çukurlara atılma, can hıraş haykırışlar , inleyen, af dileyen ,ölmek için yalvaran ama ölemeyen insanlar...

İnsanın bedeni toprağın altında kurtlara besin olurken ruhun hayalimizin ötesinde bir yerlere yakılmaya götürülmesi inandırıcı gelmez bana. Yanma ve parçalanmanın bedene ait acı çekme biçimi olduğunu ruhun böyle şeylerden etkilenmeyeceğini düşünürüm. Alevler ve kaynar sular ruhu yakabilir mi ? İnsanlar ruha nasıl acı verilebileceğini hayal edemedikleri için bedene acı veren –ateş- gibi somut şeylerle cehennemi tasvir etmişler sanırım.

Oysa bizi bekleyen ortak bir cehennem yok bence. Hepimizin cehennemi ayrı.

Ben kendi cehennemimi yaşadım.

En sevdiğim insanın inleyerek acı çekişini çaresizlikle seyrettim. Aylar boyu gözlerindeki kedere ve umutsuzluğa baktım. Gün gün ufalışını, sararışını, eriyip bambaşka bir insana dönüşmesini izledim. Hayatını sonlandırmak için benden izin isteyişini, ağlayışını, insanlarla vedalaşışını, vasiyetlerini dinledim.

İşte ruhun cehennemi budur.

Benim için ruhun cehennemi ,en sevdiğin insanın öldüğünü öğrendiğinde “çok şükür” demektir. Bunu dediğin için kendini hiç affedememekdir.

Hayatın içinde özel değil nasıl da sıradan biri olduğunu görmek, ayağının altında güvenerek bastığın yerin nasıl da yok olabildiğini, hayatımızı kendimizi kandırarak geçirdiğimizi anlamaktır.

Ve belkide en büyük cehennem insanın kendisidir…