21 Mart 2012

kalk gidelim batum'a...




                                                                       Batum



- kimin fikriydi ya trabzona gitmek?
- cam kenarına ben oturacam...
- niye bu tarihe almıştık?
- cam kenarına ben oturacam... 
- bu hafta alacak olsak valla gitmezdik...
- cam kenarına ben oturacam...
- off tamaaam sen otuuur...

geçen yılın temmuz ayından alınmış promosyon uçak biletlerimizle martın soğuk günlerinde üç arkadaş havaalanında uçağın kalkmasını beklerken böyle konuşuyorduk...

8 ay öncesinden hem gezeriz hem de ordu'daki arkadaşımızı ziyaret ederiz diye düşünerek ucuz biletlere atlamıştık, işte o gün gelmiş çatmıştı...

yağmurlu bir trabzona iniş yapıyoruz ... milattan önceden beri KATÜ'de okumakta olan yiğenim bizi karşılıyor ve kalacağımız yere götürüyor...
  
bavulları bırakıp trabzonu gezmeye çıkıyoruz, biraz çarşılarında gezindikten sonra yiğenimin bahsettiği eski kiliseyi görmek amacıyla ıssız arka sokaklara dalıyoruz ve kapalı  olan kiliseye vardığımızda sokakta rasladığımız tek kişi kilisenin “çalışmadığını” söylüyor,hayal kırıklığı...

karnımız acıktığı için -aslında az önce trabzon şubesinin önünden geçtiğimiz- meşhur akçaabat köftecisinde köfte yemek için lüzumsuz yere kalkıp akçaabat’a gidiyoruz. hem köfte hem hamsi söylememize rağmen hamsinin kalmadığı haberini alarak köftelerle yetiniyoruz, üstüne fındıklı baklava ikramı var...

ertesi gün günü birlik batum turu için yola çıkıyoruz. adım başı çaykur fabrikası olan rize’ye vardığımızda çay molası veriyor ve çay memleketinde ağza alınamayacak kadar kötü çayın satıldığına şahit oluyoruz,bari sallama olaydı...

artvin’i de geçtikten sonra sarp sınır kapısına varıyoruz. hava eksi derecelerde... arkadaşım üçüncü çorabı geçiriyor ayağına...meğerse biz soğuğun ne demek olduğunu bilmiyormuşuz...

geçiş işlemleri için bir saatten fazla kapıda bekliyoruz...önce türk sonra gürcistan kapısında işlemleri tamamlayıp karlar içindeki batuma giriyoruz...
yolboyu  karadeniz kıyılarında görmeye alışık olmadığımız mandalin ve palmiye ağaçlarını şaşkınlıkla seyrediyoruz...

lüks otelleri, restoranları, kumsalları, kumarhaneleri ile batum akdeniz kıyısındaki turistik şehirlere benziyor. ama halkının yaşadığı kesim köhne ve geri kalmış bir görünümde…


                                             poseidon heykeli (batum)

güzel heykelleri olan parklarını, kilisesini, içinde değişik bir çok çeşit ağaç bulunan botanik bahçesini gezdikten sonra  öğle yemeğimizi yemek için bir restorana oturuyoruz.

çoğunluğu peynirli olan gürcü yemekleri lezzetli geliyor,ta ki ekşili tavuk gelene kadar…yemeğin yanında ikram ettikleri armutlu gazoza ise doyum olmuyor.bu gazozdan alıp götürsek ya diyoruz da liraları “lari” ye çevirmek gerekiyor...

gürcistan para birimi “lari” şaka gibi geliyor kulağımıza, yeni tekerlememiz:  “bir lira kaç lari bir lari kaç lira? “

hava erken karardığı için zamana karşı yarışarak hızlı bir şehir turu yapıyoruz. dönerken kapıda tekrar kuyruk oluyoruz ve freeshop’a uğrayıp şişelerin arasında “allaaam ne kadar ucuuuuuz” diyerek dolaşıyor, ne alacağımızı bilemiyoruz...elde iki şişe aklımız diğerlerinde kalarak çıkıyoruz batumdan...

ertesi gün ver elini ordu …dostumuzu ziyaret edeceğiz…yolda  şöför ücretten dolayı kızdığı bir adamı otobüsten indiriveriyor…şaşırıyoruz...


                                           ordu'da teleferik tarifesi



ordu'da dostumuz bizi neşeyle karşılıyor, pek güzel gezdiriyor, pek güzel ağırlıyor…saat başı itirazlarımızı kaale almadan “siz acıktınız!” diyerek bi şeyler yediriyor. bi süre sonra  yorulup otomatik olarak ne verirse yemeğe başlıyoruz. 

akçaabat köfte ve laz böreğinden sonra karadeniz’de yenecekler listemizde yer alan karalahana sarması, mıhlama ve balığı da ordu da yiyoruz.


ordu

uçağa binmek üzere trabzona dönerken “bayan yanına” oturdu diye bir yolcu daha kavga gürültü otobüsten atılıyor...bu karadenizliler ne çabuk ateş alıyorlar yahu... meğer biz ne mülayim memlekette yaşıyormuşuz...

son olarak sütlacımızı da yedikten sonra uçağımıza biniyoruz...

yolcuları çok güzel bilgilendiren bir pilotla uçmaya başlıyoruz :

“sağ tarafta büyük ayı’yı görebilirsiniz, şu an afyon üzerindeyiz sol tarafa bakarsanız bursa’nın ışıkları görülebiliyor” gibi bilgiler verse de hiçbirini göremeden uçaktan iniyoruz...

çok üşümemize ve yorulmamıza rağmen ertesi gün iş yerindeki sohbetimiz :

 “bi daha ki bileti nereye alsak ki?..”







4 Mart 2012

aslında ...







  lalo art


aslında bu bloğu yaptığım  resimleri ve  levent’in ebrularını koymak için açmıştım... uzun süredir sadece yazı yazıyorum , ne tuhaf... yazı yazmaktan  anlamam oysa...

levent’in gidişinden sonra yaz tatilini bişeylerle doldurmak için başlamıştım resim yapmaya, beklentisizdim... 

niyetim sadece kafamı dağıtmak ve yaşadıklarımı düşünmeden geçireceğim bir zaman dilimi yaratmaktı.

ama tahmin etmediğim şeyler oldu; yaptığım resimler çevremde, arkadaşlarımda heyecan yarattı, övgüler aldı, beklentiler oluşturdu…

tabi aldığım alkışlar hoşuma gitti…

tadilattı, taşınmaydı filan derken resme bir ara verdim ki o ara hala kapanmadı...

resim dünyasından kopmadım ama…

suluboyacıları araştırdım, sergilere gittim, suluboya videoları izler oldum. 
çok yetenekli ressamlar ve müthiş suluboya resimlerle karşılaştım. 

sonra birden kendimi “asla böyle resimler yapamayacağım” diye düşünürken buldum, elim fırçalara gitmez oldu…

cahil cesareti ne büyük bir nimetmiş meğerse…

kendime haksızlık ettiğimin farkındayım, yıllarını resme vermiş insanlarla üç ay resim çalışmış birini karşılaştırıyorum…   

ama elime fırçaları aldıran o ruh halimi yeniden yakalamayı istiyorum, ne alkış, ne övgü, ne eleştiri, ne de kıyaslanma beklemeden , sadece yapmaktan zevk aldığım için resim yapabilmeyi…

(bu arada   resim nası gidiyo?  niye yapmıyosun? ne zaman yapacan? vs. vs...  diye dürtüp duran arkadaşlarıma not ; belli mi olur belki yapıyorumdur :)