23 Mart 2013

hayatım böyle geçiyor...

N.Arın




şöyle acaip bi yazı yazasım var... mesela sen olsan seninle yakın olabilir miydin  gibi  cevabı zor sorular üzerine olabilir...
yok sana sormuyorum zaten, kendime soruyorum...

ya da diyelim ki ruhun bedininden ayrılıyor  yükseliyor, yükseliyor yukarıdan kendini seyretmeye başlıyorsun...

sabah kalkıp hazırlanırken, işe giderken, kahvaltı yaparken, çay içerken seyrediyorsun kendini...
dedikodu yapışını, takındığın tavırları, boş konuşmalarla zaman geçirişini, zoraki gülmelerini izliyorsun...
amma saçma şeylerle uğraşıyorum diyorsun...

hayatım böyle geçiyor...

insanlarla sohbet ederken sürekli içinden de kendinle konuşuyor olmanı... 
onların gözüne bakarken başka şeyler düşünüşünü... 
seni sevmelerini sağlayacak sözler söyleyip,
davranışlarda bulunuşunu , yalakalık edişini yakalıyorsun...
en önemli derdin sevilmek değil mi zaten...

sonra böyle davrandığın için kendini eleştiriyor ve küçümsüyorsun...
başkalarına ihtiyaç duymaktan, onaylanmak istemekten ne zaman vazgeçeceksin?

sonra yalnız kalınca içine çöreklenen huzursuzluğu görüyorsun... 
ve bunu gidermek için kendini  bişeylerle oyalayışını...(müzikle, kitapla, resimle, oyunla, ıvırla zıvırla )

en çok da kendini kandırışını izliyorsun... (benim suçum yok, elimden geleni yapıyorum, kimseye muhtaç değilim, iyiyim, yetenekliyim, seviliyorum, daha mutlu olacam, daha neşeli, daha aktif, daha cesur olacam, neler yapacam neler vs.vs...)
kendini kandırdığını gören biri kendini kandırıyor olabilir mi peki?
işte bu güzel soru...

ama altta hiç bitmeyen, sessiz akan bir nehir gibi devam eden hüznünü de görüyorsun...
kendine acıdığın, karamsar olduğun zamanları da...
(hiçbir şey değişmeyecek ,hep böyle olacağım, hep hüzünlü, hep yalnız, huzursuz, isteksiz, mutsuz, beceriksiz, yeteneksiz, cesaretsiz vs...vs...)

hayatım böyle geçiyor...

belki de hayatın ritmi bu...
hem kendini sevip hem de azarlayarak, hem gurur duyup hem utanarak...
bir çok kişiyi  hatalarıyla, kusurlarıyla olduğu gibi kabul edebilirken, kendinden  tekrar tekrar hesap sorarak, kulağını çekerek, yeniden, yeniden şekillendirerek...



 


 




9 Mart 2013

siyah ayna...



yabancı dizi meraklısı biri olarak ingiliz dizilerini her daim amerikan dizilerine yeğlerim... daha samimi, inandırıcı ve (amerikan tarzına alıştığımızdan mıdır) daha yaratıcı bulurum...

bi "emret bakanım"ı kim unutabilir? veya "sherlock holmes"u ve tabi ki 
"doctor Who" yu...

"Black Mirror" ise sıradışı bir dizi...

her bölümü farklı konuda, farklı yönetmenler  tarafından çekilen, kısa film tadında, ilginç, yaratıcı, şaşırtıcı, sarsıcı, rahatsız edici, sorgulatıcı, çok çeşitli göndermeleri olan, her bir bölümü  sosyal bilimlere ders konusu olup tartışılabilecek bir ingiliz dizisi...

bir zamanların " alacakaranlık kuşağı" tadında...

dizinin anlattıkları aslında günümüz toplumunun, insanının ve teknolojisinin adında da belirtildiği üzere siyah aynası....

anlattıkları hem mevcut halimiz, hem de olası gidişatımız...

1. sezonun ilk bölümü (ve bence en etkileyici olanı) modern anarşizmin ne kadar etkili olabileceğini ve iktidarı ne kadar iktidarsız bırakabileceğini çok etkileyici bir tarzda anlatıyor ve ciddi bir medya eleştirisi yapıyor...

ikinci bölüm düzene karşı geleni düzenin nasıl da içine alıp öğüteceğini (bir zamanlar rock/metal müziğinin ve che guevara'nın başına geldiği gibi) anlatıyor...

üçüncü bölüm ise hayatımızdaki herşeyi (ama herşeyi) hatırlamanın bir ödül mü lanet mi olduğu sorusu üzerine düşündürüyor...





2. sezonun birinci bölümü benim için çok etkileyiciydi, göz yaşlarıma engel olamadım...

neyse diziyi benim yorumlarımdan okumaktansa kendiniz seyretmeyi tercih edeceğinizi biliyorum işte linki :







7 Mart 2013

amour...




bu yıl seyrettiğim en etkileyici filmdi...

belki ben de benzer şeyler yaşadığım için, 

aynı çaresizliği, umutsuzluğu tattığım için...

belki de oyuncular bu kadar iyi oynadıkları için...

bir oyuncunun çok doğal, çok içten rol yapması hem hayranlık uyandırır hem tedirgin eder beni...

"içtenlik, doğallık, kendine özgülük" nasıl bu kadar  -iyi- "oynanabilir"diye düşünürüm?

insan bir olayı gerçekten yaşamadan nasıl bu kadar  ikna edici olabilir?

artık kimin sahici, doğal, içten olduğuna inanabiliriz ?




5 Mart 2013

her cumartesi...


 N.Arın

hadi kaaaalk, hazırlaaaan...

ama bu gün tatil, özgürüm, serbestim, mecburiyetsizim...

şöyleee uzuun uzuun yatsam, oyalana oyalana kahvaltı yapsam, uzuuun uzuun çay içsem...

hadi kaaalk vapur saati geliyor...

offffff...

kalkıyorum, giyiniyorum, çaydanlığın altını yakıyorum, tostu hazırlarken çay demlensin...

sonra tostu paketliyorum, çayı termosa dolduruyorum, en son kitabımıda çantaya atıp çıkıyorum evden...

hava yağmurluysa otobüsle, güzelse yürüyerek varıyorum vapur iskelesine...

vardığımda dokuz buçuk arabalı vapuru yeni yanaşıyor oluyor...

yanaşır yanaşmaz hızla ilerliyorum, sevdiğim köşelerden birini kapmalıyım...

hem cam, hem kalorifer kenarı, hem de dar olduğu için fazla kalabalık olmayan köşelerden birini kapıyor ve yerleşmeye başlıyorum...

önce kupamı çıkartıp çayımı dolduruyor, kaloriferin üzerine koyuyorum...sonra tostumu çıkartıyor ve denizi, martıları seyrederken kahvaltımı yapıyorum...

tost bitince sıra ikinci çaya ve kitap okumaya geliyor...

vapur bostanlı iskelesine yanaşırken kitaptan kafamı kaldırıyorum...

işte geldim...

erkenden varmamak için ağır adımlarla çıkıyorum vapurdan...

begonvilden girişi görünmeyen , önünde bir sürü kedinin oturduğu atölyenin kapısını çalıyorum...

hocam gözlerinin içi gülerek ve "hoşgeldiiiiin" diyerek açıyor kapıyı...

fırça ve su kavonozumu, yarım kalmış resmimi ve diğer malzemelerimi masama yerleştirmiş bile...

hocamla haftalık sohbetimize başlıyoruz biraz şundan, biraz bundan... 

birazdan bir sürü (çoğu ilkokul öğrencesi) çocuk ve bir-iki de yetişkin gelecek...atölye dolacak...

ben onlarla birlikte resmime devam edeceğim...

caz, türkü, klasik müzik, ney vb. müzikler eşliğinde resimler yapıyoruz...

hocam gevrekçiden (evet burası izmir) gevrekler alıp bir sepetin içine bölüp koyuyor, portakal/ elma dilimliyor... resimden yorulan mola 
verip yiyecek masasının başına gidiyor...

ben de mola verip bir neskafe eşliğinde bi parça gevrek yiyorum...

kimi beğenerek, kimi beğenmeyerek ama her daim hocamın gözetiminde, müdehalesinde resimler yapıyorum...

dönüş vapurunun saati yaklaştığında toparlanmaya başlıyorum...

boyalardan çamur haline gelmiş suyu döküp kavanozları kaldırıyor, fırçaları, kağıtları toparlıyorum...

hocam kapıya kadar geçirerek uğurluyor...

geldiğime  memnun, gülümseyen bir suratla yerleşiyorum vapurdaki köşeme...