19 Eylül 2011

Aile yaraları...



                                                                  Lawrence Yang


Yolda yanyana yürüyen bir karı koca gördüm. Anne  altı-yedi yaşlarındaki bir oğlan çocuğunun elinden tutuyor,  çift birbirleriyle konuşuyor, çocuk da adımları kısa kaldığı için azıcık arkadan geliyor ve sürekli onlara  bir şey göstermeye,  sormaya çalışıyordu.

Anne-baba onun sesini duymalarına rağmen dönüp bakmıyor  konuşmaya devam ediyorlardı.

Israrlı seslenişlerinin  cevapsız kalması sonucu çocuk bir süre sonra sustu  ve arkalarından sessiz ve kırgın yürümeye başladı.

Biz çocuklarımızı çok severiz, üstlerine düşeriz, onları her zorluktan her sıkıntıdan korumaya  her türlü imkanı sağlamaya uğraşırız…

Üstelik bu durum genellikle 10 yaşındayken de 40 yaşındayken de böyledir. Çocuğumuz her daim “çocuk” tur. Hep korunup kollanmalı, elinden tutulmalı, yol gösterilmelidir.

Beni düşündüren şey , bu kadar sevilip, korunup, kollanan  çocuklara niye bu kadar az saygı ve güven duyulduğudur.

Neden onun sorularının, sözlerinin, isteklerinin vakit kaybı veya gereksiz gürültü olarak görüldüğü, dalga geçildiği, gülündüğü  ve hatta küçümsendiğidir…

Bazı durumlarda ve bazı ailelerde çocuğun küçük ve zayıf olmasının onu nasıl sinir/stres  boşaltma nesnesi haline getirebildiğidir...

İşte bu çocuklardır büyüyünce yetişkin olamayan, kendine saygı duymayan, küçük gören, beğenmeyen, soru sormayan, hayata  merakını, ilgisini, cesaretini yitiren, hep onaylanmaya, alkışlanmaya, elinden tutulmaya  ihtiyaç duyan, her daim destek arayan…

İşte bu çocuklardır, kendi çocukları olduğunda aynı hasarı onlara verecek olan…

"Dünyanın bütün hikayeleri aile yaralarıdır. Orada başlar, orada gelişir oraya dönerler"
                                                                                                          M.Mungan
                                                                                                                          


10 Eylül 2011

Taşınırken...





                                                               Hasan Gürsoy



Taşınırken sadece evi geride bırakmayacağım ki...

Senin gülerek beni kapıda karşılayışını da bırakacağım..

Yerleştirdiğin eşyaların yerlerini , çaktığın çivileri de bırakacağım...

Kış akşamları eve gelirken uzaktan gördüğüm evin ışığını, balkonda karşılıklı yediğimiz kahvaltıları / yemekleri, mevsimden mevsime değişimini izleyip konuştuğumuz park manzarasını da bırakacağım...

Hastalığın ilerleyip iyice halsiz düştüğünde çıkamadığın apartman merdivenlerini, aynasına dayanarak durabildiğin asansörü, tutup kalkabilmen için monte ettiğimiz tuvaletteki metal tutacağı da bırakacağım...

Plastik sandalyede oturarak yıkanabildiğin banyoyu,

Yattığın yerden  " ne adaletsiz allahsın sen" diye inlediğin küçük odayı ve son günlerini geçirdiğin salonu da bırakacağım...

ve duvardaki elinin izini...