16 Kasım 2017

mindfulness...


şu an salonumdaki üçlü koltukta sırtımı dayamış dizlerimi toplamış oturuyorum. dizime koyduğum tel spiralli defterime siyah ince uçlu kalemim ile  bu yazıyı yazıyorum... 

bilgisayarda slowtime açık, uzaktan kulağıma tanıdık yabancı parçalar geliyor, kalçalarımı ve belimin hafiften sızladığını hissediyorum, aklımı yarın yapmayı düşündüğüm işlere gidiyor, ama dikkatimi tekrar şu ana çekiyorum... 

şu an evdeyim, salondayım, evimde hafif bir yemek kokusu, yemeğimi yemişim, çayımı içiyor ve sakince nefes alıyorum. bir yandan da bu yazıyı yazıyorum...

işte bu durumun adı mindfulness... 

yani yaşadığın şu anda kendinde ve etrafında gerçekleşenleri olabildiğince oldukları gibi farketmek, anbean zihninden geçen düşünceleri görmek, yaşadığın duyguları vücudundaki hisleri oldukları gibi algılamak ve normalde yaptığın gibi gerçekleşenleri adlandırmadan ve yargılamadan, tepki vermeden, onlarla kalabilmek... 

bir yemeği yerken onu koklayarak, tadına vararak yemek, 
bir müzik dinlerken tüm bedeninizle duyumsamalarınızla  onu dinlemek, 
bir yere giderken etrafınıza insanlara olan bitene bakarak, görerek ve şeyleri fark ederek gitmek... 

herhangi bir olumlu olumsuz deneyimi biliş (cognition) duygu (emotion) ve davranış (action) ile bütünsel olarak yaşamak. 

'modern dünya için meditasyon' da deniyor. stres ile başa çıkma da kullanılmaya başlanan bir teknik bu... 

depresyon ve anksiyete de kayda değer sonuçlar vermiş. 

stres toleransını arttırmak, olumsuz senaryoların kaygısıyla kendimizi tüketmemek, mevcut zorlukları kabul ederek sakin ve mantıklı kararlar almak, kişilerle ilişkilerde ise yargılayıcı ve suçlayıcı olmadan iletişimin sürdürebilmek gibi beceriler kazandıran bir teknik olduğu söyleniyor... 

merak edenler için andy puddicombe'nin mindfulness ile ilgili açıklayıcı TED konuşmasını buradan izleyebilirsiniz

mindfulness uygulayıcısı shauna shapiro' nun konuşması ise burada :



18 Ekim 2017

ihtimaller denizi...








annem çok güzel sulu köfte yapardı...

yağsız kıymayı alır, soğan, bulgur, salça , yumurta ve baharatlarla  iyice yoğurur, bilye büyüklüğünde köfteler yapardı. bir tencereye koyduğu az salçalı suyu kaynatıp köfteleri içine atardı. 

o bilyeler kaynadıkça büyür, şişer, tadına doyulmaz bir yemeğe dönüşürdü...

sevdiğimi bildiği için ona gittiğimde sık sık yapar, artanını da saklama kabına koyup götüreyim diye elime tutuştururdu...

şimdi ondan gördüğüm gibi yapmaya çalışıyorum. 

ama bi sefer çorba gibi oluyorsa diğer sefer  bilyeler yumuşak köftelere dönüşmüyor, sert kalıyor...  
bazen kıymasını bazen de bulgurunu arttırıp bi daha deniyorum. 
yok o tat yok, hep bi şey eksik...

eskiden yapıp çok zevk aldığım bi çok şeyde de aynı tatsızlık var, hep bir şey eksik... hiç bir şey aynı tatta değil...

ne zaman eski zaman ne de ben eski ben değilim artık...
ne kitaplar, ne hayaller, ne gezmek, ne yüzmek, ne yazmak..

o zaman " düne ait ne varsa dünde kaldı, artık yeni şeyler söylemek lazım" mı demeli?

hayatı boş bir defter gibi görüp sayfalar doldukça yeni sayfalar mı çevirmeli?

eskiye tutunmak yerine yeni tadlar, yeni insanlar, yeni uğraşlar, yeni hayallere mi yönelmeli ?

çağımızın sloganı  'anı yaşa'nın önerdiği  gibi geçmişi geleceği düşünmeden sadece bu güne mi odaklanmalı?

nehire düşmüş bir yaprak gibi kendini akıntıya mı bırakmalı ?

hep geleceğe ertelenen hayallerin vakti gelmedi mi ?

bir ayağın geçmişte dururken geleceğe nasıl yürüyeceksin ?

o zaman geçmişi güzel anılarla geride bırakmanın vaktidir...

önünde koca bir 'ihtimaller denizi ' uzanıyor, haydi denize açılalım...




ihtimaller denizi / yüksek sadakat



.







11 Temmuz 2017

gençlik başımda duman...








bu aralar bir grup yeni memura ergenlik psikolojisini anlatacaktım...
elimdeki kaynaklardan ergenliği tarayıp, okurken kendi ergenliğim, lise yıllarım geldi aklıma... 

bol hülyalı, eğlenceli, çatışmalı yıllarım... 

dert ettiğim kilolarım, gittiğim dil kursları, oynadığım halk oyunları, 80'lerin 
90'ların pop ve rock müzikleri, heyecanla karıştırdığım bravo dergileri, walkman'im, kasetlerim, posterlerim, mektup arkadaşlarım, okuduğum kitaplar, hayran olduğum yazarlar (Milan Kundera, Murathan Mungan, Woody Allen...)  platonik aşklarım,hatıra defterim, asi, sıradışı olma hayalleri kuran utangaç bir kızın ruh halleri... 

ve aynı zamanda hem sıra, hem mahalle arkadaşım olan en yakın dostumla kurduğumuz hayaller ;

birlikte aynı üniversiteye  aynı bölüme gideceğiz, yine yan yana oturacağız, özgür ve bağımsız olacağız, üniversite hayatının tadını birlikte çıkaracağız... 

bu hayallerin peşinde yapıyorduk üniversite sıralamamızı... ikimizin de tercihlerinde ilk sırada psikoloji var...  

bu hayallerle sınava giriyoruz, birinci basamağa kolaylıkla geçiyoruz... 
dersane, testler deneme sınavları  derken  hayallerimize ulaşmamızın son adımı olan ikinci basamağa da giriyoruz...

yaz boyu bir yandan heyecanla sonuçları bekliyor bir yandan birlikte Pink Floyd dinliyor , şarkı sözlerini ezberden söylüyoruz. rock tarihine ilişkin kitaplar okuyor, bizden önceki zamanların gruplarını keşfetmeye çalışıyoruz. birlikte eğlenerek kekler, pastalar pişiriyoruz , gizli saklı şaraplar içip sarhoş oluyoruz...

sınav sonuçlarının ertesi gün gazetelerde yayınlanacağını öğrendiğimizde kalbimiz yerinden çıkacak oluyor... bir gün daha nasıl bekleyeceğiz, gece nasıl uyuyacağız ?

o zaman annemin aklına Yeni Asır gazetesinde çalışan üst komşumuz geliyor. sonuçlar gazeteye verilmiştir, gazete basılırken sonuçları öğrenebiliriz diyor... 
annem sınav numaralarımızı bir kağıda yazarak üst kata çıkıyor,gazetecinin hanımına telefon ettiriyor...

biraz sonra heyecanla dönüyor ve üstteki numara ege psikoloji, alttaki numara kazanamamış diyor... 

ve ben başlıyorum hüngür hüngür ağlamaya... 

annem "hangi numara seninki" diye soruyor... ağlamaktan cevap veremiyorum... "üzülme kızım yeniden girersin, seneye kazanırsın" diyor... 
ağlamaktan üstteki numaranın benim olduğunu arkadaşımın kazanamadığını ve güme giden hayallerimize ağladığımı söyleyemiyorum... 

üniversiteyi  kazandığını öğrendiğinde bu kadar üzülen bir ben vardım herhalde... 

o eylül de ben üniversiteye, arkadaşım da yeniden dershaneye başlıyor... 
ilk yıl onun eksikliğini çok hissediyorum...bir sene sonra arkadaşım aynı fakültede felsefeyi kazanıyor,  artık aynı okuldayız ama yollarımız ayrıldı... 

sadece hayal etmenin gerçekleşmesine yetmediğini böylelikle öğreniyorum...













30 Mayıs 2017

annem...







"insan kendi yakınlarına ölümü yakıştıramıyor" dedi bir arkadaşım.. 

evet hasta da olsa, yatıyor da olsa, kötüye gidiyor da olsa hep öyle kalacak sanıyorsun... hep var olacak... nefes alacak... 
daha ölüm çok uzakta....

yaklaştığında fark ederim sanıyorsun, hiç fark edemiyorsun... 

annem yatalak olup gittikçe kötülerken, ben bende duran bluzlarını, geceliğini yıkayıp katlıyordum gelecek kışa giyer diye... 

her zamanki gibi bir ay önceden uçak biletimi almıştım... 

haziran'da ankara'ya gidecektim... sonra ağabeyimle birlikte huzurevine gidecek, annemin aşağı inmesini bekleyecektik... 

annem ağır adımlarla gelecek, ürkek, tedirgin bakacak sonra bizi görünce mutlu bir şaşkınlıkla kollarını açacaktı... 
sarılıp birbirimizin kokusunu içimize çekecekdik... 

sonra yan yana oturup konuşmaya çalışacaktık... 
o gene bir şeyler anlatmaya çalışacak ama kelimeleri bulduramayacaktı... biz de onu güldürmek için şakalar yapacaktık... 

ayrılırken bahaneler söyleyecek ve vedalaşırken gözlerindeki üzüntüyü görecektik... 

oysa o biraz sonra her şeyi unutacaktı, hem gelmemizin sevincini hem de gitmemizi üzüntüsünü... 

ve hep böyle devam edecekti... 

ama böyle olmadı... annem son bir ayda kalkamadı ve bir sabah yattığı yerde onu her türlü kısıtlayan yaşlı, yorgun, cılız bedenini bırakıp gidiverdi... 

daha hazır değilken... 

o zaman anladım ki insan kendi yakınlarına ölümü yakıştıramıyor... 
ben yaşadıkça yaşasın, hep var olsun istiyor... 

oysa zaten evimin her köşesinde, dantel perdelerimde, kupon biriktirerek aldığı tabaklarımda, fotoğraflarımda daha da önemlisi huylarımda, alışkanlıklarımda ve DNA'm da var olmaya devam edecek annem...

huzur içinde uyu...


 

9 Mayıs 2017

13 resons why...











      Yabancı dizilere meraklı biri olarak sosyal medyada da yabancı dizi gruplarını takip ediyorum. Son günlerde bir çok kişi bu diziden bahsetmeye başladı. Yabancı dizi tutkunlarının iyi bildiği Netflix'in yeni dizisi bu...

       Jay Asher adlı yazarın türkçede "ölmek için on üç sebep" adıyla yayınlanan bestseller kitabından uyarlanan bir dizi bu. Aslında bir ergen dizisi...

      Dizi lise öğrencisi olan bir kızın intihar etmeden önce doldurduğu kasetlerle onu ölüme götüren olayları ve kişileri anlatması üzerine kurulu.

      Konusu çok sıradışı değil ama gene de izlenebilir. 

       Gençlerle çalıştığım için diziyi izlerken sürekli kıyaslamalar yaptım. Dizi de 16-17 yaşlarında liseli gençler var. Büyümüş, ailelerinden bağımsız davranan, araba kullanan, şiir yazan, fotoğraf çeken, spor yapan, dergi çıkaran, partiler düzenleyen, sosyal hayatları zengin, cinsel hayatları olan, çoktan yetişkin hayatını yaşamaya başlamış gençler bunlar...

       Aynı yaştaki türk gençleri aile tarafından daha çocuk olarak kabul ediliyor ve  o da çocukluğa devam ediyor. Gencin kararlarında aile belirleyici oluyor. Test çözmekten hobilerine vakit ayıramayan, okulla dersane arasında gidip gelen, sınav ve gelecek kaygısı ile bunalmış, sorumluluk almaya isteksiz, internet bağımlığında yaşayan ergenler geldi gözümün önüne.
        
       Şu doğrudur bu yanlıştır demek değil amacım, sadece dizinin düşündürdüklerini paylaşmak istedim.










 

6 Mayıs 2017

Levent için...



Bu yıl ki doğum gününde Levent'i sevdiği şarkı ve şarkıcılarla analım :






Timur Selçuk - Beyaz Güvercin





Bülent Ortaçgil- Değirmenler






Fikret Kızılok- bu kalp seni unutur mu ?




24 Mart 2017

"Yola çıkmaya karar verir insan, nereye varacağına değil." (E.Temelkuran)





'sınır zihnindedir, 
düşünme yap ve nereye kadar gidebileceğini gör!' demişti terapist...

sınırları aşmanın vaktidir...

yelkenleri yeniden açıp taze rüzgarlarla doldurmalı,  adını sanını bilmediğin  yeni limanlara yol almalısın... 

sıkılsan da vazgeçemediğin alışkanlıklarla, rutinlerle kemikleşmiş kabuğunu kırmalı, yamamaktan  yorgun düştüğün bu deriyi artık değiştirmelisin...

uzun zamandır içinde durduğun kozadan dışarı çıkmanın vaktidir...

artık zamanlar dar, saatler hızlı... 

oysa heyben yıllardır taşıdığın hayallerle dolu, ancak sınırlarını aştığında, kurallarını çiğnendiğinde, ezberini bozduğunda gerçekleşecek hayaller bunlar...

ama önce içindeki nehri yavaşlatan, gürül gürül akmasını engelleyen taşları temizlemelisin...
onları bir bir kaldırdıkça bak gör nasıl şakır şakır akıyorsun hayata doğru... 

geçmişi, eski güzel günleri "yaşanmış mutlu anlar" dolabına kaldırmalısın...
sonra da "şimdiki mutlu anlar " dolabını doldurmaya başlamalısın... 

içgüdülerini, yaratıcılığını özgür bırakmalı ve seni götürdükleri yere gitmelisin...

bir tohum olarak atıldın toprağa cılız bir fidan olmaktansa olabileceğin en görkemli ağacı olmalısın...

"ya olamazsam" korkusu ile dallarını uzatmaktan korkmamalısın... 

çoktandır kendi başına uçabildiğini gördün ...
artık kanatları iyice açmanın vaktidir...

en korktuklarını yapmalı, kendine meydan okumalı, 
denenmeyeni denemeli, gidilmeyene gitmeli, 

kendini bilinmeyende sınamalısın... 

o çok özlediğin maceranın, bilinmezin  tadını nasıl tadacaksın yoksa...

göğüs kafesinde bir kalbin olduğunu ve hala çarptığını fark etmenin vaktidir...






 

21 Mart 2017

21 mart dünya şiir günü kutlu olsun !


şehrin kırk kapısı

Yıkın, gözlerinizi yıldıran hisarları!
Yıkın, kalplerinizi kuşatan kalın surları!

Yıkın, zihinlerinizi daraltan,
Ruhlarınızı küçülten,
Hayalhanelerinizi çeviren duvarları!

Yıkın hepsini, yıkın bunları,
Şehir ortaya çıksın!

Tanrı’nın şehri ortaya çıksın,
Tanrı’nın geri döneceği şehir…

Ağzının kıyısında bir papatyayla
Yeniyetmeliğimizin, gençliğinizin
Geri döneceği şehir;

Dudaklarının kıyısında
Güllerle, hatmilerle, papatyalarla
Ve elinde tazı başlı âsâsıyla Homer’in
Geri döneceği şehir;

Sonra Hayyam’ın, sonra Dante’nin, 
Sonra Yunus’un, Rimbaud’nun, Lorca’nın,
Sonra sevdiğimiz bütün öteki şairlerin,
Bütün öteki hanendelerin, sazendelerin
Bir bir geri döneceği şehir...

Cahit Koytak

3 Ocak 2010
‘Şehrin Kitabı’

14 Mart 2017

yazamazken...




canım nasıl yazı yazmayı çekiyor... 

öyle güzel satırlar, anlatılar, yazılar okuyorum ki nasıl imreniyorum, nasıl kıskanıyorum...

hemen kaleme kağıda sarılıp şakır şakır döktürmek, okuyanın yüzünde gülümseme bırakacak cümleler bulup yazmak, kendim gibilere iyi gelecek hikayeler anlatmak istiyorum...

kalemi elime alıp sayfayı çevirdiğimde zihnim boşalıveriyor, kalakalıyorum...
söyleyecek  söz, yazılacak bir kelime, anlatacak bir hikaye bulamıyorum... 

kafam bu kadar doluyken nasıl da böyle dilsizim...

sessizce bakıyorum boş sayfaya yazdıklarımı okumayı bekleyen gözlerinize bakıyormuşum gibi...

orada bakışırken gözlerimden her şeyi okuyuverin istiyorum, uzun uzun yazmama gerek kalmasın...

yaşadığım gelgitleri , iniş çıkışları hemen görüverin...

sonra kaldığım yerden devam edişimi, ayağımı uzatmış otururken kurduğum hayalleri...

gitmek istediğim gezileri, yapmak istediğim resimleri, seramikleri...
okumak, konuşmak, anlatmak istediğim kitapları...
içinde kaybolduğum filmleri...
tanışmak istediğim insanları, girmek istediğim ortamları, maceraları...

hayatla, insanlarla nasıl başa çıktığımı, nasıl başa çıkamadığımı...
dile getirmediğim kırgınlıklarımı, öfkemi, hep yanımda taşıdığım hüznümü...
eski günleri hala ne çok özlediğimi...

uçuran sevinçlerimi, neşemi, enerjimi...

gözüne baktığım çiçeklerimin açışını, 
baharın gelişini, denizin kokusunu...

bir çırpıda okuyuverin gözlerimden...

uzun uzun anlatmadan...

sanki çok güzel cümlelerle yazıvermişim gibi...