24 Temmuz 2013

hem röntgenci hem teşhirci



N.Arın


ne ilginç insanlar olduk...

geçmişte bıraktığımız insanlarla yeniden arkadaş olduk...
oysa artık bir bağımız, birlikteliğimiz, görüşmemiz, duygumuz, paylaşımımız kalmamış...

olsa zaten geçmişte değil bu günümüzde olacaklar...

sadece eski anılar ve geçmiş günlerin hatırı var...

ama merakla onların fotolarına bakıyoruz... ne kadar değişmiş, ne kadar yaşlanmış, hayatta neler yapmış, ne kadar yol almış, kiminle evlenmiş, çocukları nasıl, nasıl yaşıyor, tatile nerelere gitmiş vs vs...

fotoğraflardaki insanların yüzünde anılardaki arkadaşımızın izlerini arıyoruz...

biraz da onların hayatlarını  kendimizinkiyle kıyaslıyoruz... bazen daha başarılı bazense yenik hissediyoruz...

başkalarının hayatlarını röntgenlemek  artık çok sıradan, çok normal...

sonra biz de gezi, eğlenme, toplanma, kutlama vs. fotolarımızı koyuyoruz...

yüzümüz hep gülüyor, mutluyuz, memnunuz,  her şey yolunda, hayat güzel...

en özel, mahrem anları bile herkesle paylaşıyoruz... başkaları görüp bizi alkışlamalı, takdir etmeli, beğenmeli hatta kıskanmalı...

sevgi sözcükleri bile herkesin göreceği, duyacağı şekilde paylaşılıyor... ne kadar teşhir o kadar heyecan, alkış, beğenme...

bana bakın!

bakın bana!

artık romantizmin tadı yok... çoktan modası geçmiş...

bizden başka kimsenin görmediği romantik bir anın anlamı kalmadı...

her gittiğimiz yeri bildirmeli, attığımız adımı duyurmalıyız... 

ne kadar eleştirsek, küçümsesek, dalga geçsek de hepimiz farklı derecelerde  bu durumun içindeyiz...

dışında kalmak, çağ dışı kalma, sosyal hayattan kopma tehlikesini de birlikte getiriyor çünkü...


içimizdeki röntgenci ve teşhirciyi keşfediyoruz...



13 Temmuz 2013

hafızamdan film sahneleri



bazen bir şey konuşurken , müzik dinlerken ya da kitap okurken izlediğim filmlerden bir sahne geliverir gözümün önüne, yerli yersiz...

mesela çocukluğumun korku filmi ahtapottan, dev ahtapotun  çocuk arabasındaki bebeği bir koluyla sessizce denizi çekişi gelir gözümün önüne, ne kadar ürktüysem unutamamışım..

bir de içine şeytan giren  kızın havada dururken aynı zamanda 360 derece dönen başı... 

sonra adını hatırlamadığım bir filmde  tören bandosunu izlerken kamera bir apartmanın camına doğru kayar ve burada bir kızın sessizce  tecavüze uğradını görürüz...

kalın elektirik kablosunun jawsın ağzına verilerek kızartıldığı sahne de ergenlik dönemimin hatırası...

kasabanın cadılarında Jack Nicholson'ın kilise de uyuma sahnesi aklımdadır hala...

üniversitede 2-3 kere izlediğim beetlejuice'daki şu sahneyi çok severim  :




rahatsız edici yönetmen Lars von Trier in "avrupa" filminin açılış sahnesinde bir hipnozcuyu dinleriz...

hipnozcu  "beşten geriye saydığımda avrupa'da olacaksın" der ve sıfıra geldiğinde kahramanla birlikte avrupada oluruz... 
filmin son sahnesinde ise kahraman suya batmakta olan bir tren vagonunda, vagona dolan sularla mücadele ederken hipnozcunun "beşten geriye saydığımda boğulmuş olacaksın" dediğini duyarız...

o yavaş yavaş geriye doğru sayarken kahramanın boğulmamak için gösterdiği nafile çabayı izleriz ve boğulacağını bile bile kurtulmasını ümit ederiz...




kapalı gişe oynadığı zamanlarda gece 01.00 seansında girip 04.00 de çıktığım   schindlerin listesi'ndeki pembe paltolu çocuk da unutulmaz bir sahnedir :




belki on kere seyrettiğim amadeusun kahkahaları ve görkemli opera sahneleri aklıma geldiğinde şimdi niye böyle operalar sahnelenmiyor? diye düşünmüşümdür :




şiirsel yönetmen kieslowskinin "üç renk" üçlemesinden "mavi"de Julliette Binoce'un  taş duvara yumruğunu sürterek yürümesi gözümün önündedir (bi daha seyretmeliyim)...





gene kieslowskinin "aşk üzerine küçük bir film" inde, kadının kendisine aşık olan  gencin odasından kendi evini izleyişi nasıl şiirsel, nasıl unutulmazdır :


ve tabi "truman show" dan gökyüzünden düşen spot sahnesi...
(her hatırladığımda bi gün olurmu acaba? diye düşünmeden edemem)






7 Temmuz 2013

ölümsüz olmak...


                                                                        N.Arın

hepimiz bulunduğumuz noktadan, kendi içimizden, bu güne kadar biriktirdiğimiz bilgiden, tecrübeden bakıyoruz hayata...
 
düşündüm de merkezde ben varım ve gezegenlerin güneşe sıralanışı gibi çevremdeki insanlar yakınlıklarına göre benim yörüngemdeler...

ben de onların yörüngelerindeyim... kimininde merkeze yakın, kimininde neptün kadar uzak...

bir şekilde birbirimizi çekiyoruz ve itiyoruz...

ama gezegenlerden farklı olarak birbirimizi değiştiriyoruz da...

hayatıma girip de bana yaklaşmasına izin verdiğim insanlara baktığımda, herbirinin beni ne ölçüde etkilediğini, değiştirdiğini görebiliyorum...

mutlu olmak için emek vermeyi, mutlu olduğumda bunun farkına varmayı,   kendinden utanmamayı, insanları rahatsız eden yönlerimi farketmeyi, özenli olmayı, süprizlere, değişikliğe açık olmayı,  durumlara uyum sağlayabilmeyi,  sınırlarını zorlamayı, güzelliklerin farkına varmayı,  ve en önemlisi olabildiğince   cesur olmayı öğrenmişim hayatıma giren insanlardan... 

kimbilir daha  neler öğreneceğim...

herkes bir şekilde -sözleriyle, tavrıyla, duruşuyla- ötekine rehberlik, hocalık ediyor, hayatımızın bir döneminde yanımızda oluyor, bize bir şeyler katıyor sonra herkes kendi yoluna devam ediyor...

Yalom gerçek  ölümsüzlüğün böyle bir şey olduğunu söylüyor; 
bir insanı bir  şekilde etkilersiniz, bu etki de onun hayata bakışında, diğer insanlara tutumunda bir değişikliğe yol açar... ondaki değişiklik çevresindeki insanlarda da bir şeyleri değiştirir...
damlanın suda halka halka yayılması gibi etkiniz   diğer insanlara ve zamana yayılır...

siz öldükten yıllar sonra da,  adınız anılmasa da etkiniz devam eder...

ölümsüz olursunuz...