18 Aralık 2013

kış uykusu


sterling edwards


yorganı kafamıza çekme günleri geldi...

gün ağarmadığı için gecenin bittiğine inanamadığın, sıcak yataktan ayağını dışarı uzatamadığın, yüzüne soğuk su değecek diye yüzünü yıkamaya korktuğun günlerdeyiz…

sırtımızdaki, kafamızdaki, ruhumuzdaki  ağırlıklara , atkılarımızın, kazaklarımızın, kabanlarımızın ağırlığını da ekliyoruz şimdi...

kovuklarımıza çekilip, çay-kahve ya da şarap eşliğinde, kurşuni denize, gri gökyüzüne, ağırlaşmış bulutlara, hüzünlü yağmurlara, soyunan ağaçlara dalıp gitme, kışı, kendini ve hayatı düşünme zamanı şimdi…

hafta sonuna bir sürü şey planlayıp dışarı bakınca vazgeçme, evin sıcacık kucağından kendini  çıkaramama mevsimindeyiz…

şöyle polar pijamayı giyip en yumuşağından yastığı, battaniyeyi yanına alıp kış uykusuna yatmalı… 

kahveleri, çayları, çikolataları, kestaneleri hazır edip bir türlü başlayamadığımız kitaplara, kaçırdığımız dizilere, ertelediğimiz resimlere, göremediğimiz filmlere gömülmeli...

arada kalkıp pencereden bakmalı, kışın ağır ağır geçişini izlemeli…

bahar başında bir cemre  de sana düşmeli sonra, 
uyanmalı yavaş yavaş...

için kıpırdamaya başlamalı... 

mağaralarımızdan çıkıp yeniden  canlanmalı, uyanan toprakla, ağaçla, doğayla birlikte uyanıp başını dışarı uzatmalı…

tazelenmiş bir zihin ve ruhla tomurcuklanmalı, 

çiçek açmalı... 





30 Kasım 2013

kadınlar arasında

yılmaz helvacı


"hakim kadınsa o davayı kazanma şansım azalıyor” diyordu röportaj veren bir kadın avukat
çok iyi anlıyorum onu...

kadınlar arasında böyle bir durum var:

bi rekabet, bir çekişme, alttan alta bi süzme, inceleme, açık arama, kıskançlık, iğneleme...
birbirinin yoluna taş koyma, dedikodusunu yapma, entrika çevirme, ezmeye çalışma ve daha neler neler...

niye adet böyledir?  büyükşehirde büyümüş üniversite mezunu arkadaşlarım neden  kaynanalarından dertlenirler mesela? niye dünün gelini ilerde kaynana olunca halden anlamaz da gördüğü zulmü gelinine de çektirir?
niye bi çok kadın birbirine kötü davranır?

işe ilk başladığımda tamamen kadınlardan oluşan bir çalışma ortamındaydım. gençtim, deneyimsizdim, idealisttim, hayallerim vardı…
bana güzel bir oda, güzel mobilyalar verecekler, hemen çalışmaya başlayacağım, güzel işler çıkaracağım, takdir göreceğim neler yapacağım neler...

oysa iş yerimde yıllanmış, işi ve memuriyeti yalamış yutmuş, kurnaz  kadın memurlar vardı. çoğunun niyeti bu saf ve gözü açılmamış çömeze sözünü geçirmek, boyun eğdirmek, kendi işine yarar şekilde yönlendirmek ve yetiştirmekti...

itiraz etmenin, karşı gelmenin cezası ağırdı, dışlanırdın, yalnız kalırdın, dalga geçilirdin, arkadaşlıktan mahrum bırakılırdın, her gün gerilerek, nefret ederek işe giderdim, iş yeri  değiştirme, kaçma, kurtulma hayalleri kurardım...

dört yıl çalıştıktan sonra şansım döndü ve  kadın erkek bir arada çalıştığım ikinci iş yerime geçtim, bi rahatlama, bi denge, bi huzur... 

ta ki üç ay öncesine kadar..

kader mi kısmet mi ne demeli bilmiyorum, tanrı benle dalga geçiyor da olabilir,on altı yıl sonra işe ilk başladığım yere  geri dönmek zorunda kaldım...

yine kadınların arasındayım ve bir çok şeyi aynı bıraktığım gibi buldum;
bazısı eski bazısı yeni  kadın çalışanlar aynı tavırları yapmaya, aynı oyunları oynamaya, kendilerini ve birbirlerini mutsuz etmeye devam ediyorlar...

ben artık bunları iyi tanıyorum...
ama yine de daha sık emeklilik hayalleri kurar  oldum...





18 Kasım 2013

ayrılamadığın her yer hapishanedir*



N.Arın



ne kadar tutucu bir insanmışım!

insan kendinde habire yeni şeylerin farkına varıyor, insan kendini tanımalara doyamıyor...

16 yıldır çalıştığım, buradan emekli olurum dediğim işyerimden ayrılmak zorunda kalınca gördüm ki ben tutucu (aman allahım muhafazakar!) bir insanmışım..

değişiklikten ne kadar rahatsız olurmuşum, yeniliklere kapalıymışım, sıkılsam da düzenim devam etsin istermişim...

önünden geçtiğim dükkanlara, otobüs beklediğim duraklara, iş yerimin binalarına, gereğinden fazla büyük olan odama (ahhhh odama) , arkadaşlarımın odalarına, sabah sıcak gevrekle kahvaltı yapmaya, Ayşe teyzenin doyulmaz çaylarına, öğle arası yürüyüş yaptığımız deniz kenarına, yürüyüş yapmadığımız zamanlarda takıldığımız marketin reyonlarına, öğle yemeği yediğimiz yerlere, iş yerimin bahçesine, bahçedeki dut, erik, iğde, limon ağaçlarına,  kedilere, ördeklere...

daha nelere nelere bağlıymışım, iş yerimi evim yapmışım...

ve tabi en azını on yıldır tanıdığım, birbirimizin binbir halini bildiğimiz, milyon anı biriktirdigimiz,  akrabam haline gelmiş iş arkadaşlarım...

eşimin ardından çift kişilik hayattan tek kişilik bir hayata geçmek büyük ve zor  bir değişimdi.

yeni oyalanmalar, yeni  alışkanlıklar, yeni hayaller, yeni insanlar, yeni tadlar edinmek, yeni adımlar atmak zor oldu.

ardından ev değiştirmek zorunda kaldım, taşındım, bir çok eşyamla vedalaştım , yeni eşyalar aldım.

hayatımda sabit kalan değişmeyen şey iş yerim ve iş arkadaşlarım olmuştu.

bu yıl hem iş yerim  hem de iş arkadaşlarım değişiyor...

çantasını koluna takıp yeni bir işe ,yeni bir şehre , yeni bir hayata  sevinçle ve heyecanla yürüyenlerin, oralara ilişkin güzel hayaller kuranların, sürprizlere açık olanların iyimserliklerine ve cesaretlerine hayran oluyorum, imreniyorum...

yeni yerlere, yeni insanlara, ortamlara açık olmayı isterken eski, bildiğim, güven duyduğum düzene olan bağlılığım ve cesaretsizliğim ayağıma takılmış bir pranga gibi, geri çekiyor beni...

tanıdığım, bildiğim, risksiz, güvenli hayatın  uyuşturucusu etkisi bu, bağımlısı olup vazgeçemediğim...

galiba hayat,  insanların, eşyaların, mekanların, her şeyin geçici olduğunu, hiçbir şeye sıkı sıkıya bağlanmamak gerektiğini, bağlanmanın acı ve üzüntü getireceğini, zamanı gelince bırakmayı bilmek gerektiğini böyle anlatıyor bana...
 

*Liberal Arts


15 Ekim 2013

dostlara...



 M.J.Marianof


insanın,yanında rahatça saçmalayabileceği, saçmalarken onu ilgiyle dinlemeye devam eden arkadaşları olmalı...


saçmalıklarını, takıntılarını, arızalarını görmezden gelen ve hala "sevilebilir" olduğunu hissettiren arkadaşları...


sen kendini çöpe attığında sana bulunmaz hint kumaşı muamelesi yapan, hala sana inanmaya devam eden...


dengesiz davransan da kendini "normal" hissettiren arkadaşları...


sen kendine tahammül edemezken sana tahammül etmeye devam eden,

kendin için yaşayamazken onun için yaşamanı isteyen,  sadece sesini duymanın bile dünyayı yaşanabilir kıldığı arkadaşlar...

birlikte abuk sabuk hayaller kurduğu, fikirler ürettiği, yanında çocuklaşabildiği, kendiyle dalga geçebildiği, utanmadığı..


hatta rahatça küfredebildiği...


gördüğü, yaşadağı şeyleri "bunu ona anlatmalıyım" dediği...


arada senle dalga geçen, bazen kendinle yüzleştiren

arkadaşları...

akrabalık arkadaşlıktan önde gelir çoğu zaman...

kan bağın olmasına rağmen pek anlaşamadığın, paylaşamadığın, ayrı gezegenlerde yaşadığın, komşun olsa görüşmeyeceğin  insanlarla yıllar yılı görüşürsün de, senin ruhunu okuyan insanlarla uzak düşersin kimi zaman...


bir yerde "arkadaşlar kendi seçtiğimiz akrabalarımızdır" diye okumuştum,

ne kadar güzel ne kadar doğru söylenmiş bir söz..

kendi seçtiğim akrabalarıma sevgilerimle...






13 Ekim 2013

bir an gelir...



moonywolf
 
 
bir an gelir birini seversiniz,
o iyi yada kötü olduğu için hissetmezsiniz bunu...
sadece seversiniz.
bu sonsuza dek birlikte olacağınız anlamına gelmez...
birbirinizi incitmeyeceğiniz anlamına da gelmez...
yalnızca seversiniz.
bazen olduğu kişiye rağmen, bazense olduğu kişi yüzünden
ve onun da sizi sevdiğini bilirsiniz ...
kimi zaman sırf siz olduğunuz için, 
kimi zamansa size rağmen…

Laurell Hamilton

(Şeytani Düşler)










5 Ekim 2013

şiir dediğin...



 L.Arın



şiir dediğin, ruhun sığdığı her yere sığar,
suyun aktığı her yöne akar...

tüylerinizi okşar, derinizi yakar;
beyazsanız zenciyi,
zenciyseniz beyaz adamı dener
yüzünüzde ya da ruhunuzda.

geçmiş, şimdi ve gelecek arasında
çerçi gibi dolaşır,
gezgin otacı gibi...

...

günü gelince yorulur her ölümlü gibi
pıhtılaşır ve donar;
ve o zamanda buzdan bir şehir olur
ve felsefeyide dondurur
                      karnında sözcüklerin.

ve o baktığında gözünüzün içine
siz,"ben şiirden anlamam,
ben şiirden anlamam!"
diyerek gözlerinizi kaçırsanız bile

o hiçbirşey bulamasa sizin için yapacak,
kar olur yağar bir gün
                             kabrinizin üzerine.



Cahit Koytak
kitabını arayan şiirler





15 Eylül 2013

göç zamanı...




yıllardır kapağı açılmayan eski dergiler, kimi okunmuş, kimi okunmamış veya yarım bırakılmış mesleki kitaplar, üniversitede ders notlarımı yazdığım, kapağınında/sayfalarında derste arkadaşlarla  sıkıntıdan çizdiğimiz karalamalar, aforizmalar olan ve bir gün tekrar okursam diye sakladığım defterler, işe başladığım günden bu yana yazdığım raporlar, biriktirdiğim notlar, kartpostallar, fotoğraflar, öğrencilerden ve arkadaşlardan aldığım ufak tefek hediyeler, renkli kalemlerim, not kağıtlarım, masa ve duvar takvimim, erken bastıran soğuklar için elektrik sobam, iş çıkışında yağmura yakalanma ihtimali için bekliyen şemsiyem, iş yerinde çay ve su içmemi sağlayan abimin hediyesi sebilim, çay/kahve kupalarım, sabah çayına eşlik eden küçük televizyonum, bel yastığım, bilgisayarım, yazıcım, yıllardır yavaş yavaş büyüttüğüm çiçeklerim, duvardaki resimlerim...

onaltı yıldır yavaş yavaş birikmiş, ayrı ayrı anısı, hikayesi olan bir sürü eşya, nesne, ıvır zıvır...

yıllardır evim haline gelmiş iş yerimde ne hissedeceğimi bilemeden, apar topar, bir şaşkınlık, inanmazlıkla herşeyi topluyorum, kutuluyorum... 

oysa bunu ancak emekli olurken yapacağımı sanıyordum...

en önemliside  on altı yılda biriktirdiğim anılarım...

olayın ağırlığını hafifletmek için arkadaşlarla dalga geçiyoruz, şakalar yapıyoruz...

duygusallaşmaktan, üzüntüden kaçmanın bir yolu da dalga geçmek...

ama kaçamıyoruz, resmi plakalı minübüs içeri giriyor, bizi beklemeye başlıyor...
bütün çalışanlar toplanıyor, vedalaşmaya, el sıkışmaya başlıyoruz, bazıları ağlıyorlar...

bende bir gerçekdışılık duygusu...

bir inanmazlık içerisinde, robot gibi, ayrılmıyormuşum, yarın tekrar görüşecekmişim  gibi tokalaşıyorum...

sonra tüm kadın memurlar minibüse biniyoruz, minibüs hareket ediyor...

geride kalan ve  bizi el sallayarak uğurlayan iş arkadaşlarıma bakamıyorum...

bitti mi şimdi?

bitti...









3 Ağustos 2013

masalda yaşamak...



N.Arın


"pozitif kendini kandırma" konusunda iki amerikalı psikoloğun yaptığı araştırmanın sonucuna  göre insanlar  kendilerini üç şekilde kandırıyorlarmış :

* kendilerini daima gerçekte olduklarından daha iyi ve olumlu görerek,

* hayatları üzerinde aslında olduğundan daha  fazla kontrolleri olduğuna inanarak ,

* bunu doğrulayan hiç bir kanıt olmasa da geleceklerinin bu günden daha iyi olacağına inanarak...

varoluşçu psikoloji ise, insanların genellikle diğerlerinden "farklı" ve  "özel" olduklarına, büyük bir güç tarafından (tanrı) korunup kollandıklarına ve diğerlerinin başına gelenlerin kendi başlarına gelmeyeceğine inanarak yaşadıklarını söyler...  

noel babaya veya masal kahramanlarına inan çocukların saflığına gülümsüyoruz...

oysa bir anlamda hepimiz kendi masalımızın kahramanıyız, kendi yarattığımız ve gerçek olarak kabul ettiğimiz inançlarımızla yaşıyoruz... 

ta ki gerçeklerle burun buruna gelip şaşarak "bu bana nasıl oldu" diyene kadar...







24 Temmuz 2013

hem röntgenci hem teşhirci



N.Arın


ne ilginç insanlar olduk...

geçmişte bıraktığımız insanlarla yeniden arkadaş olduk...
oysa artık bir bağımız, birlikteliğimiz, görüşmemiz, duygumuz, paylaşımımız kalmamış...

olsa zaten geçmişte değil bu günümüzde olacaklar...

sadece eski anılar ve geçmiş günlerin hatırı var...

ama merakla onların fotolarına bakıyoruz... ne kadar değişmiş, ne kadar yaşlanmış, hayatta neler yapmış, ne kadar yol almış, kiminle evlenmiş, çocukları nasıl, nasıl yaşıyor, tatile nerelere gitmiş vs vs...

fotoğraflardaki insanların yüzünde anılardaki arkadaşımızın izlerini arıyoruz...

biraz da onların hayatlarını  kendimizinkiyle kıyaslıyoruz... bazen daha başarılı bazense yenik hissediyoruz...

başkalarının hayatlarını röntgenlemek  artık çok sıradan, çok normal...

sonra biz de gezi, eğlenme, toplanma, kutlama vs. fotolarımızı koyuyoruz...

yüzümüz hep gülüyor, mutluyuz, memnunuz,  her şey yolunda, hayat güzel...

en özel, mahrem anları bile herkesle paylaşıyoruz... başkaları görüp bizi alkışlamalı, takdir etmeli, beğenmeli hatta kıskanmalı...

sevgi sözcükleri bile herkesin göreceği, duyacağı şekilde paylaşılıyor... ne kadar teşhir o kadar heyecan, alkış, beğenme...

bana bakın!

bakın bana!

artık romantizmin tadı yok... çoktan modası geçmiş...

bizden başka kimsenin görmediği romantik bir anın anlamı kalmadı...

her gittiğimiz yeri bildirmeli, attığımız adımı duyurmalıyız... 

ne kadar eleştirsek, küçümsesek, dalga geçsek de hepimiz farklı derecelerde  bu durumun içindeyiz...

dışında kalmak, çağ dışı kalma, sosyal hayattan kopma tehlikesini de birlikte getiriyor çünkü...


içimizdeki röntgenci ve teşhirciyi keşfediyoruz...



13 Temmuz 2013

hafızamdan film sahneleri



bazen bir şey konuşurken , müzik dinlerken ya da kitap okurken izlediğim filmlerden bir sahne geliverir gözümün önüne, yerli yersiz...

mesela çocukluğumun korku filmi ahtapottan, dev ahtapotun  çocuk arabasındaki bebeği bir koluyla sessizce denizi çekişi gelir gözümün önüne, ne kadar ürktüysem unutamamışım..

bir de içine şeytan giren  kızın havada dururken aynı zamanda 360 derece dönen başı... 

sonra adını hatırlamadığım bir filmde  tören bandosunu izlerken kamera bir apartmanın camına doğru kayar ve burada bir kızın sessizce  tecavüze uğradını görürüz...

kalın elektirik kablosunun jawsın ağzına verilerek kızartıldığı sahne de ergenlik dönemimin hatırası...

kasabanın cadılarında Jack Nicholson'ın kilise de uyuma sahnesi aklımdadır hala...

üniversitede 2-3 kere izlediğim beetlejuice'daki şu sahneyi çok severim  :




rahatsız edici yönetmen Lars von Trier in "avrupa" filminin açılış sahnesinde bir hipnozcuyu dinleriz...

hipnozcu  "beşten geriye saydığımda avrupa'da olacaksın" der ve sıfıra geldiğinde kahramanla birlikte avrupada oluruz... 
filmin son sahnesinde ise kahraman suya batmakta olan bir tren vagonunda, vagona dolan sularla mücadele ederken hipnozcunun "beşten geriye saydığımda boğulmuş olacaksın" dediğini duyarız...

o yavaş yavaş geriye doğru sayarken kahramanın boğulmamak için gösterdiği nafile çabayı izleriz ve boğulacağını bile bile kurtulmasını ümit ederiz...




kapalı gişe oynadığı zamanlarda gece 01.00 seansında girip 04.00 de çıktığım   schindlerin listesi'ndeki pembe paltolu çocuk da unutulmaz bir sahnedir :




belki on kere seyrettiğim amadeusun kahkahaları ve görkemli opera sahneleri aklıma geldiğinde şimdi niye böyle operalar sahnelenmiyor? diye düşünmüşümdür :




şiirsel yönetmen kieslowskinin "üç renk" üçlemesinden "mavi"de Julliette Binoce'un  taş duvara yumruğunu sürterek yürümesi gözümün önündedir (bi daha seyretmeliyim)...





gene kieslowskinin "aşk üzerine küçük bir film" inde, kadının kendisine aşık olan  gencin odasından kendi evini izleyişi nasıl şiirsel, nasıl unutulmazdır :


ve tabi "truman show" dan gökyüzünden düşen spot sahnesi...
(her hatırladığımda bi gün olurmu acaba? diye düşünmeden edemem)






7 Temmuz 2013

ölümsüz olmak...


                                                                        N.Arın

hepimiz bulunduğumuz noktadan, kendi içimizden, bu güne kadar biriktirdiğimiz bilgiden, tecrübeden bakıyoruz hayata...
 
düşündüm de merkezde ben varım ve gezegenlerin güneşe sıralanışı gibi çevremdeki insanlar yakınlıklarına göre benim yörüngemdeler...

ben de onların yörüngelerindeyim... kimininde merkeze yakın, kimininde neptün kadar uzak...

bir şekilde birbirimizi çekiyoruz ve itiyoruz...

ama gezegenlerden farklı olarak birbirimizi değiştiriyoruz da...

hayatıma girip de bana yaklaşmasına izin verdiğim insanlara baktığımda, herbirinin beni ne ölçüde etkilediğini, değiştirdiğini görebiliyorum...

mutlu olmak için emek vermeyi, mutlu olduğumda bunun farkına varmayı,   kendinden utanmamayı, insanları rahatsız eden yönlerimi farketmeyi, özenli olmayı, süprizlere, değişikliğe açık olmayı,  durumlara uyum sağlayabilmeyi,  sınırlarını zorlamayı, güzelliklerin farkına varmayı,  ve en önemlisi olabildiğince   cesur olmayı öğrenmişim hayatıma giren insanlardan... 

kimbilir daha  neler öğreneceğim...

herkes bir şekilde -sözleriyle, tavrıyla, duruşuyla- ötekine rehberlik, hocalık ediyor, hayatımızın bir döneminde yanımızda oluyor, bize bir şeyler katıyor sonra herkes kendi yoluna devam ediyor...

Yalom gerçek  ölümsüzlüğün böyle bir şey olduğunu söylüyor; 
bir insanı bir  şekilde etkilersiniz, bu etki de onun hayata bakışında, diğer insanlara tutumunda bir değişikliğe yol açar... ondaki değişiklik çevresindeki insanlarda da bir şeyleri değiştirir...
damlanın suda halka halka yayılması gibi etkiniz   diğer insanlara ve zamana yayılır...

siz öldükten yıllar sonra da,  adınız anılmasa da etkiniz devam eder...

ölümsüz olursunuz...

1 Haziran 2013

mahir bey...


levent'in ilk yıldönümü yaklaşıyordu...

kalırsam izmir'in boğazımı sıkacağını hissettim ve kadim dostumun yanına kaçmaya karar verdim...

dostum bana "psikoloğumsun" der ama kimin kime psikologluk yaptığı belli değildir...

beni gezdirmek için bir sabah "hadi değirmendere"'ye gidelim diyor... 
deniz kıyısındaki çay bahçelerinden birine oturup nefis bir kahvaltı yapıyoruz... sonra fotoğraflar çeke çeke güzel değirmendere'yi gezmeye başlıyoruz...

gide gide bir eski kitapçıya varıyoruz... iki kitap kurdu hemen içeri dalıyoruz...
benim dikkatimi kitaplardan önce duvarlardaki  resimler çekiyor,
yetenekli bir ressamın elinden çıktığı belli...




"bu resimler kimin " diye soruyorum, "benim" diyor küçük bir masanın arkasında oturmakta  olan kırklı yaşlarında, uzun saçlı  bey...

hemen resim muhabbetine başlıyoruz mahir beyle... aslında heykeltraş olduğunu ama kısa süre önce felç geçirdiği için artık heykel yapamadığını ama resim yaptığını anlatıyor... geçimini sağlayabilmek için de eski kitapçı açmış...

yerinden kalkıyor,eline bir dosya alıyor ve hafif aksayarak yanımıza geliyor... dosyada yaptığı heykellerin fotoları var... bir çoğu ödüller almış, şehrin çeşitli parklarına konmuş güzel heykeller yapmış...



                                       

genç yaşta sanatından uzak kalmanın , hayallerini erken terketmenin hüznü ile bakan gözleri, heykellerine ilgi ve beğeniyle baktığımızı görünce  parlamaya başlıyor... sanatı hakkında konuşabileceği birileriyle karşılaşmanın heyacanıyla içerideki odada başka resimleri de olduğunu istersek gösterebileceğini söyleyerek bizi dükkanın arkasına davet ediyor...

odaya girdiğimizde bir kaç parça kişisel eşya ile tek kişilik bir yatak görüyoruz... zaten oda da yataktan az büyükçe... odadaki ağır hüzünlü havayı duvarlardaki resimler de hafifletmiyor... anlıyoruz ki mahir bey dükkanın arkasındaki bu küçük odada yaşıyor...





bütün resimlerine bakıp , bazılarını mahir beyin izniyle fotoğrafladıktan sonra tekrar dükkana dönüyor ve bu sefer kitaplar üzerine konuşmaya başlıyoruz...
kitapların  arasında, karıştıra karıştıra, konuşa konuşa bayağı vakit geçiriyoruz... sonunda bir kaç kitap almaya karar veriyoruz... mahir bey utangaç bir şekilde parayı alıyor ve uğurluyor bizi...






bu yıl dostumu  ziyaret ettiğimde güzel değirmendereye hepbirlikte tekrar gidiyoruz...

kahvaltımızı yaptıktan sonra deniz kıyısından yürüye yürüye kitapçiya varıyoruz... 
içeri girdiğimizde dükkanın değişmiş olduğunu farkediyorum... 

şaşkınlıkla etrafa bakıyorum mahir beyin resimleri hala asılı ...

onun daha önce oturduğu masanın ardında genç bir hanım oturuyor oysa...

hemen yanışıp mahir beyi soruyoruz...
mahir beyin bir felç daha geçirip vefat ettiğini ,onun akrabası  olduğunu ve artık dükkanda kendisinin durduğunu söylüyor...

duvardaki che guevara'nın gözlerine bakakalıyorum...










5 Mayıs 2013

insan niye doğum gününde ölür ? (3)







''O gece yola çıktığını görmedim. Sessizce ayrılmıştı. 

Arkasından koşup ona yetiştiğimde, hızlı ve kararlı adımlarla yürüdüğünü gördüm. Bana:

“Ah! Buradasın...” dedi. Ama sesi hala telaşlıydı.

“Gelmemeliydin. Üzüleceksin. Öldüğümü sanacaksın, ama gerçekte ölmüş olmayacağım.”

Sustum...

“Anlaman gerekiyor. Orası çok uzak. Bedenimi oraya götüremem. Bunun için fazla ağır.”

Hiçbir şey demedim...

“Boşalmış bir deniz kabuğu gibi kalacağım...

Bunda üzülecek bir şey yok...”

Cevap vermedim...



1 Mayıs 2013

kendimi kopyalasam...



zoltan szabo


bu yıl kitap fuarına elimde bir listeyle gittim...aslında amacım suluboya üzerine yabancı ressamların kitaplarını elime alıp karıştırmak ve  işime yarıyacağını düşündüklerimi almaktı... ama umduğum gibi bir kitaba rastlayamadım maalesef...

listemdeki diğer kitapların da internetle hemen hemen aynı fiyata satıldıklarını bu yüzden elimde taşımaya gerek olmadını görünce sadece yazar arkadaşımın yeni çıkan  "gizemli günler" adlı kitabını alarak ayrıldım fuardan...
serinin son kitabında memo, bilim-kurgu bir dedektiflik macerasına sürüklüyor ...

kitapta her işi yapan (hatta daha iyi yapan) insan kopyaları (klonlar) var...
kendilerini kopyalamanın yolunu bulan insanlar bir kaç kopya çıkartarak  yapmaları gereken farklı işlerini onlara yaptırıyorlar...
 
bu fikir bana da çekici geldi... benim de bir kopyam olsa nasıl olurdu diye düşündüm...

benimle aynı olsa birlikte yaşaması zor olurdu heralde... benden daha iyi/üstün/becerikli filan olsa bu sefer de gıcık mı olurdum ne...
 
ama üniversite seçerken bir kaç kopyam olaydı güzel olabilirdi... mesela ben izmir'de psikoloji  okurken bir  kopyam ankara'da odtü'de okuyabilirdi... bi tanesi de sinema/tv'ye gidebilirdi... yani o dönemde kafamda dönüp duran tüm olasılıklar hayata geçmiş olurdu... ve ben diğerinde okusam ne olurdu acaba? sorusunun cevabını görmüş olurdum...
 
ya da üniversiteden sonra ben izmir'de işe girerken bi kopyam istanbulda gata'da , bi kopyam da van'da trt'de işe girebilirdi... acaba öbür işte çalışsam   no'lurdu? sorusunun cevabını'da böylece almış olurdum...
 
paralel evrenlerdeki hayatlarını izlemek gibi... 

ama diğer seçeneklerde daha mutlu yaşadığını görmek var ki insanı şimdiki hayatından soğutabilir... yok vazgeçtim...
 
aslında bu durum en çok şimdi işime yarayabilir... bir kopyam işe giderken, bir kopyam evin ihtiyaçları/işleriyle uğraşabilir , bir kopyam annemle sürekli ilgilenir...
ben de resim  yaparım, sıkılınca  kitap okur, ondan da sıkılınca film seyretmeye veya gezmeye tozmaya gidebilirim... eve bir köpek alabilir ve saate bakmadan sıkıcı mecburiyetler olmadan yaşayabilirim... 



23 Mart 2013

hayatım böyle geçiyor...

N.Arın




şöyle acaip bi yazı yazasım var... mesela sen olsan seninle yakın olabilir miydin  gibi  cevabı zor sorular üzerine olabilir...
yok sana sormuyorum zaten, kendime soruyorum...

ya da diyelim ki ruhun bedininden ayrılıyor  yükseliyor, yükseliyor yukarıdan kendini seyretmeye başlıyorsun...

sabah kalkıp hazırlanırken, işe giderken, kahvaltı yaparken, çay içerken seyrediyorsun kendini...
dedikodu yapışını, takındığın tavırları, boş konuşmalarla zaman geçirişini, zoraki gülmelerini izliyorsun...
amma saçma şeylerle uğraşıyorum diyorsun...

hayatım böyle geçiyor...

insanlarla sohbet ederken sürekli içinden de kendinle konuşuyor olmanı... 
onların gözüne bakarken başka şeyler düşünüşünü... 
seni sevmelerini sağlayacak sözler söyleyip,
davranışlarda bulunuşunu , yalakalık edişini yakalıyorsun...
en önemli derdin sevilmek değil mi zaten...

sonra böyle davrandığın için kendini eleştiriyor ve küçümsüyorsun...
başkalarına ihtiyaç duymaktan, onaylanmak istemekten ne zaman vazgeçeceksin?

sonra yalnız kalınca içine çöreklenen huzursuzluğu görüyorsun... 
ve bunu gidermek için kendini  bişeylerle oyalayışını...(müzikle, kitapla, resimle, oyunla, ıvırla zıvırla )

en çok da kendini kandırışını izliyorsun... (benim suçum yok, elimden geleni yapıyorum, kimseye muhtaç değilim, iyiyim, yetenekliyim, seviliyorum, daha mutlu olacam, daha neşeli, daha aktif, daha cesur olacam, neler yapacam neler vs.vs...)
kendini kandırdığını gören biri kendini kandırıyor olabilir mi peki?
işte bu güzel soru...

ama altta hiç bitmeyen, sessiz akan bir nehir gibi devam eden hüznünü de görüyorsun...
kendine acıdığın, karamsar olduğun zamanları da...
(hiçbir şey değişmeyecek ,hep böyle olacağım, hep hüzünlü, hep yalnız, huzursuz, isteksiz, mutsuz, beceriksiz, yeteneksiz, cesaretsiz vs...vs...)

hayatım böyle geçiyor...

belki de hayatın ritmi bu...
hem kendini sevip hem de azarlayarak, hem gurur duyup hem utanarak...
bir çok kişiyi  hatalarıyla, kusurlarıyla olduğu gibi kabul edebilirken, kendinden  tekrar tekrar hesap sorarak, kulağını çekerek, yeniden, yeniden şekillendirerek...



 


 




9 Mart 2013

siyah ayna...



yabancı dizi meraklısı biri olarak ingiliz dizilerini her daim amerikan dizilerine yeğlerim... daha samimi, inandırıcı ve (amerikan tarzına alıştığımızdan mıdır) daha yaratıcı bulurum...

bi "emret bakanım"ı kim unutabilir? veya "sherlock holmes"u ve tabi ki 
"doctor Who" yu...

"Black Mirror" ise sıradışı bir dizi...

her bölümü farklı konuda, farklı yönetmenler  tarafından çekilen, kısa film tadında, ilginç, yaratıcı, şaşırtıcı, sarsıcı, rahatsız edici, sorgulatıcı, çok çeşitli göndermeleri olan, her bir bölümü  sosyal bilimlere ders konusu olup tartışılabilecek bir ingiliz dizisi...

bir zamanların " alacakaranlık kuşağı" tadında...

dizinin anlattıkları aslında günümüz toplumunun, insanının ve teknolojisinin adında da belirtildiği üzere siyah aynası....

anlattıkları hem mevcut halimiz, hem de olası gidişatımız...

1. sezonun ilk bölümü (ve bence en etkileyici olanı) modern anarşizmin ne kadar etkili olabileceğini ve iktidarı ne kadar iktidarsız bırakabileceğini çok etkileyici bir tarzda anlatıyor ve ciddi bir medya eleştirisi yapıyor...

ikinci bölüm düzene karşı geleni düzenin nasıl da içine alıp öğüteceğini (bir zamanlar rock/metal müziğinin ve che guevara'nın başına geldiği gibi) anlatıyor...

üçüncü bölüm ise hayatımızdaki herşeyi (ama herşeyi) hatırlamanın bir ödül mü lanet mi olduğu sorusu üzerine düşündürüyor...





2. sezonun birinci bölümü benim için çok etkileyiciydi, göz yaşlarıma engel olamadım...

neyse diziyi benim yorumlarımdan okumaktansa kendiniz seyretmeyi tercih edeceğinizi biliyorum işte linki :







7 Mart 2013

amour...




bu yıl seyrettiğim en etkileyici filmdi...

belki ben de benzer şeyler yaşadığım için, 

aynı çaresizliği, umutsuzluğu tattığım için...

belki de oyuncular bu kadar iyi oynadıkları için...

bir oyuncunun çok doğal, çok içten rol yapması hem hayranlık uyandırır hem tedirgin eder beni...

"içtenlik, doğallık, kendine özgülük" nasıl bu kadar  -iyi- "oynanabilir"diye düşünürüm?

insan bir olayı gerçekten yaşamadan nasıl bu kadar  ikna edici olabilir?

artık kimin sahici, doğal, içten olduğuna inanabiliriz ?




5 Mart 2013

her cumartesi...


 N.Arın

hadi kaaaalk, hazırlaaaan...

ama bu gün tatil, özgürüm, serbestim, mecburiyetsizim...

şöyleee uzuun uzuun yatsam, oyalana oyalana kahvaltı yapsam, uzuuun uzuun çay içsem...

hadi kaaalk vapur saati geliyor...

offffff...

kalkıyorum, giyiniyorum, çaydanlığın altını yakıyorum, tostu hazırlarken çay demlensin...

sonra tostu paketliyorum, çayı termosa dolduruyorum, en son kitabımıda çantaya atıp çıkıyorum evden...

hava yağmurluysa otobüsle, güzelse yürüyerek varıyorum vapur iskelesine...

vardığımda dokuz buçuk arabalı vapuru yeni yanaşıyor oluyor...

yanaşır yanaşmaz hızla ilerliyorum, sevdiğim köşelerden birini kapmalıyım...

hem cam, hem kalorifer kenarı, hem de dar olduğu için fazla kalabalık olmayan köşelerden birini kapıyor ve yerleşmeye başlıyorum...

önce kupamı çıkartıp çayımı dolduruyor, kaloriferin üzerine koyuyorum...sonra tostumu çıkartıyor ve denizi, martıları seyrederken kahvaltımı yapıyorum...

tost bitince sıra ikinci çaya ve kitap okumaya geliyor...

vapur bostanlı iskelesine yanaşırken kitaptan kafamı kaldırıyorum...

işte geldim...

erkenden varmamak için ağır adımlarla çıkıyorum vapurdan...

begonvilden girişi görünmeyen , önünde bir sürü kedinin oturduğu atölyenin kapısını çalıyorum...

hocam gözlerinin içi gülerek ve "hoşgeldiiiiin" diyerek açıyor kapıyı...

fırça ve su kavonozumu, yarım kalmış resmimi ve diğer malzemelerimi masama yerleştirmiş bile...

hocamla haftalık sohbetimize başlıyoruz biraz şundan, biraz bundan... 

birazdan bir sürü (çoğu ilkokul öğrencesi) çocuk ve bir-iki de yetişkin gelecek...atölye dolacak...

ben onlarla birlikte resmime devam edeceğim...

caz, türkü, klasik müzik, ney vb. müzikler eşliğinde resimler yapıyoruz...

hocam gevrekçiden (evet burası izmir) gevrekler alıp bir sepetin içine bölüp koyuyor, portakal/ elma dilimliyor... resimden yorulan mola 
verip yiyecek masasının başına gidiyor...

ben de mola verip bir neskafe eşliğinde bi parça gevrek yiyorum...

kimi beğenerek, kimi beğenmeyerek ama her daim hocamın gözetiminde, müdehalesinde resimler yapıyorum...

dönüş vapurunun saati yaklaştığında toparlanmaya başlıyorum...

boyalardan çamur haline gelmiş suyu döküp kavanozları kaldırıyor, fırçaları, kağıtları toparlıyorum...

hocam kapıya kadar geçirerek uğurluyor...

geldiğime  memnun, gülümseyen bir suratla yerleşiyorum vapurdaki köşeme...

1 Şubat 2013

...



                                                                       L.Arın

...


bazı acıları kimseye açamazsın,
ne ananla paylaşabilirsin onları;
ne karınla, ne çocuklarınla,
ne dostunla, ne doktorunla...

bazı acıları sen de anlayamazsın
onlar için kimseyi suçlayamazsın,
ne kadar kıyıcı olursan ol kendine karşı,
kendine de yüklenemezsin onlar için.

işte böyle acıların da bir anlamı olsun,
hesaba katılsınlar,
borçtan düşülsünler ister
içten içe insan.

bunun içindir ki, her acıyı gören,
hesaba katan ve onu sizinle paylaşan
bir Tanrı, var olmak zorundadır,

bize şahdamarımızdan daha yakın
bir kendilik, var olmak zorundadır;
tek zorunluluk budur,
tek zorunluluk, Tanrı için...




Cahit Koytak




19 Ocak 2013

abim...




N.Arın

ben ilkokuldayken o lisedeydi...

edebiyat, tarih gibi derslerle arası pek iyi degildi...
okuldan arta kalan zamanlarda bir plakçının yanında çalışır müşterilerin kasetlerini doldururdu...

evde cem karaca'lar, barış manço'lar, ilhan irem'ler, neşe karaböcek'ler  ve  dönemin tüm hit parçaları dönüp dururdu...

dinlediğim şarkıların çoğunun sözlerini unutmamacasına ezberliyorum,  hayalimden klipler çekiyorum...

abimin çok düzenli tuttuğu ve ellememi yasak ettiği kasetleri var...
ama o yokken elliyorum , kurcalıyorum  sonra aynı şekilde bırakıyorum...
müzik tutkumun temellerini atıyor abim...

dönemin gençleri gibi saçlarını uzatıyor, ama kıvırcık saçları uzadikça kabarıyor, kabarıyor...

sonra bodrum katı düğün salonu olan,  döner mermer merdivenler ile çıkılan göktürk sinemasında makinistlik yapıyor...

ışıkların tam zamanında sönmesini, film makinesinin içindeki kömür çubukların yanmasını ayarlıyor, birinci makara biter bitmez seyirciler ıslıklamadan hemen ikincisini takıyor...

odasının duvarları film afişleri doluyor...
ben de makine odasına girebilen ayrıcalıklılardan oluyorum, filmleri gösterime girmeden ve para vermeden seyretme şansım  oluyor...
hababam sınıfının tüm  serisini seyrediyorum ama şeytan filminin yerli versiyonu ödümü kopartıyor, kabusum oluyor...

küçücük bir akordionu var abimin...onunla herşeyi çalabiliyor, ben ilkokulda tahta kaşıklarla silifke oyunları oynarken bize akordionu ile müzik yapıyor...

o zamanlar abimle çeşit çeşit tavşan besliyoruz, daha çok o besliyor ben seviyorum...
balkonda tavşan kafesimiz var ,onlara komik isimler veriyoruz, akşamları halıya örtü serip ortaya salıyoruz...
evdeki herşeyi, perdeleri, terlikleri, halıları,  pazar arabasını, kabloları kemiren tavşanlar en son babamın çiçeklerini de yiyince ölüm cezasından kurtulamıyorlar...

ben ergenliğe girerken o da  üniversiteye  giriyor...

evde bana ait bir odam olmadığı için hep onu kıskanıyorum...
abimle çok kavga ediyoruz, bana çok emrediyor, ona itaat etmemi, dediklerini yapmamı istiyor ben başkaldırıyorum, inat ediyorum, kavga- gürültü, çok sinir oluyorum ona...

üniversiteyi bitirdikten sonra liseden beri birlikte olduğu kız arkadaşı ile ( sevgili yengem) evlenmeye karar veriyor, nasıl seviniyorum evden gidecek, kavgalar bitecek, odası bana kalacak diye...

evden gidiyor, evdeki ses, müzik, hareket gidiyor... evde oluşan boşluğa inanamıyorum...

aaaa düpedüz abimi özlüyorum...

sonrasında başka şehirde oturan abimle yılda ancak bir-iki kez görüşebiliyoruz, onun hayatında binbir macera, benim hayatımda binbir hikaye...

ama hiçbir zaman sevgisini, neşeli sesini , kocaman desteğini benden esirgemiyor...

iyiki doğdun abicim, nice sağlıklı, mutlu, neşeli yılların olsun...

seni seviyorum...