29 Ekim 2011

hayata büyü katan insanlar gerek...









Evliliğimin ikinci ayıydı...

Kışa denk gelen bayram tatillerinden birini fırsat bilerek Levent'le Kapadokya'ya gidiyoruz. Hava soğuk, hayat güzel...mutluyuz...

Avanos'da Kızılırmak kenarında bir otele yerleşiyoruz.Tüm kapadokya ince bir kar örtüsü ile örtülmüş. Göz alabildiğine uzanan ve bir krema torbasından sıkılmışa benzeyen kayalar ortamı masalsı ve büyüleyici kılıyor. Sanki Tanrı üzerlerine pudra şekeri serpmiş...

Akşam yemekten sonra Kızılırmağın diğer tarafında kalan Avanosu görmek için otelden çıkıyoruz. Soğuk kış akşamında dışarıda ikimizden başka kimse yok. Kızılırmağın üzerindeki demir köprüde ağır adamlarla, havayı içimize çekerek, sağa sola bakınarak yürüyoruz. Köprünün ortasına geldiğimizde duruyor ve  koyu bir karanlıkta sessizce akmakta olan nehire bakıyoruz.

Birden nehirin üzerinden bir ışık geçiyor, şaşırıp ne olduğunu anlamaya çalışırken başka bir tane daha ,bir tane daha... nehrin üzerinden renk renk ne olduğunu, nerden geldiğini anlayamadığımız  ışıklar akıyor... gözlerimize inanamıyoruz... nasıl bir şey bu?  sanki birisi (tanrı?)  ikimize özel bir sihir gösterisi yapıyor... yoksa yıldızlar nehre mi düştü?  gözlerimizi ayırmadan ikimizden başka kimsenin şahit olmadığı bir mucizeyi seyrediyoruz...

Köprüye doğru koşan ayak sesleri duyduğumuzda kafamızı çeviriyoruz... Yirmilerinde bir delikanlı koşarak geliyor ve köprüden aşağı eğilerek  uzaklaşan ışıklara bakıyor...

Onu görünce bunun iki kişilik bir rüya olmadığının farkına varıyoruz. Konuşunca  bu gösterinin yaratıcısı olduğunu da öğreniyoruz. Bizi davet ettiği hediyelik eşya ve çömlek atölyesinde işin iç yüzünü anlatıyor: 

Aylardır pet şişe biriktiriyor ve onları kesip renk renk boyuyor . Hayalini gerçekleştirmek üzere tam bizim köprüye yürüdüğümüz  zaman nehrin yukarısına  çıkıyor. Her birinin içine  bir mum yerleştiriyor , mumları yakıp pet mumlukları nehire bırakıyor ...

Uzaklaşan ışıkları  köprüden seyredebilmek için koşmaya başlıyor ve köprüde şaşkınlıkla nehire bakan iki kişiyle karşılaşıyor...




van gogh (Ren nehrinde yıldızlı bir gece)



18 Ekim 2011

Senden nefret ediyorum yaşlı amca


                                                    Roi James (meditasyon)


ama senin bundan haberin yok.

ben akşam işten dönerken sen her zaman olduğu gibi camlı balkonunda keyifle oturup televizyonunu seyrediyor göz ucuyla da bana bakıyorsun. Bazen de karşında oturan yaşlı eşinle sohbet ediyor, çayınızı/kahvenizi içiyorsunuz.

sizi ilk farkettiğimde "işte en güzel hayat bu!" demiştim. Ununu eleyip eleğini astıktan sonra balkonunda oturup geleni geçeni, hayatın akışını seyretmek, eşinle kahveleri höpürdetirken konudan komşudan, akrabalardan, tomurcuklanan çiçeklerden konuşmak. Zamanla yarışmadan ,sabah ,öğle ,akşam şeklinde üç vakitte yaşamak...

sizin bedenlerinizin üzerine Levent'le kendi kafamı oturtarak gelecekteki halimizi düşlüyordum.

bizim doktorlara, hastahanelere gittiğimiz zamanlarda siz camın önünde oturmuş karşılıklı çayınızı içip sohbetinizi etmeye devam ediyordunuz. Sizi gördükçe gittikçe uzaklaşan bir hayale baktığımı seziyordum, içim acıyordu. 

sonra Levent gitti...ben kaldım, tek başına bir hayat düzeni oluşturmaya başladım. Benim için hayat kökten değişti, başka bir şeye dönüştü. Oysa sen gene balkondaki köşenden tv'ni izliyor, eşinle şundan bundan sohbet ediyorsun.

ve önünden her geçişimde gözlerimi kaçırırken kaybettiğim tüm hayallerimi bana tekrar tekrar hatırlatıyorsun,

işte bu yüzden senden nefret ediyorum...





 


12 Ekim 2011

Seç bakalım...

Hikmet Barutçugil



Bu yıl uzun uzun ev aradım. Esnaf ağızlı, ısrarcı emlakçılarla dolaştım. Acayip mutfaklar, yamuk  odalar,yumuk salonlar, komik balkonlar gördüm. ”Bakımlı” denen evleri gördükçe “keşke bir tane bakımsız ev bulsam da gönlüme göre yaptırsam diye hayal ettim.

Sonra hayalim gerçek oldu ve çok bakımsız bir ev satın aldım. 30 yıllık mutfağı, turuncu desenli fayansları, tarihi kalebodurları ve kartonpiyerleri ile oldukça kasvetli bir yaşlı eviydi bu.

Evimin eski sahipleri güç bela ve nerdeyse kavga dövüş taşındıktan sonra tadilat başladı. Önce tüm dolaplar ve kartonpiyerler söküldü, elektrik, su tesisatları elden geçti, mutfak duvarı yıkıldı, her taraf toz toprak ve harabe hale geldi, tozlar tozlara karıştı...

Sonra sıra ennn zor kısma, seçmeye geldi. 

Önce mutfak dolap kapakları…

Mat istiyorum diyerek olasılıkları yarı yarıya azaltmama rağmen hala bir çok seçenek vardı. Tek renk, altı ayrı üstü ayrı renk veya bir kapağı ayrı diğeri ayrı renk mutfaklar, düz veya ağaç dokulu, şekilli ,oymalı, camlı, camsız dolap kapakları…

Arkadaşlarımın “nooolur beyaz olsun, bari üstü tarafı beyaz olsun” baskılarına direnen ve ağaç dokusu seven biri olarak akçaağaç ve italyan cevizinde karar kıldım. 12 yıl boyunca mor dolaplı /yeşil duvarlı  mutfak kullanmış biri olarak bence oldukça sade bir seçim oldu. Eee bunun banko üstü ve yer seramiği, graniti ve duvar boyası da var seç bakalım…

ya kapılar… kapıların rengi, biçimi, camlı mı camsız mı olacağı, kapısız olan mutfak ve salona kemer mi  yoksa ahşap kiriş mi yapılacağı…

Sırada banyo var ;tamam mat ve açık renk olacak orası kesin de nasıl bişey olacak? Hadi internette aramalar başlasın. Aman Allahım nasıl gösterişli banyolar onlar öyle! Sanki saray banyoları. Biz mi gösterişe bu kadar düşkünüz yoksa bütün dünya da trend böyle mi? 

Antik tarzda beğendiğim iki model de seramik dükkanlarında yok ,”eski model artık satılmıyo” diyor dükkan sahibi “belki Karabağlarda olabilir” nasıl gideceğim, gezeceğim Karabağlarda...

Arkadaşım “duvar kağıdını düşündün mü” diyor. Haydaaa banyo için de duvar kağıtları varmış. Biraz da onları araştırıyorum ama beğendiğim olmuyor,  mecburen seramikteki üçüncü tercihimde  karar kılıyorum.

Şimdi duvarların rengini seçelim…

Bin tane ton var nerdeyse ,seç  seçebilirsen. Öyle güzel renkler var ki her duvarı ayrı renk boyatmak istiyorum. Arkadaşlarımdan bir sürü öneri, fikir, yorum alıyorum:

Yatak odası lila mı eflatun mu olsa acaba diyorum “depresyon yapar”, her odayı farklı renk yapsam diyorum “gözü yorar”, koyu renk yapayım diyorum ” kasvetli olur”, açıklı koyulu boyatsam “niye duvar kağıdı yapmıyorsun?”

Düşünüp taşınıyor veee sonundaaa.....bir şarap açmaya karar veriyorum :)

Beynim zonkluyor…seç…seç…seç…seç…


O kadar çok seçim yaptım ki hatırlayamıyorum bile. Bakalım her şey bittikten sonra  “aaaa ne güzel olduuu” mu yoksa “bu ne yaaa, naaaptım ben?” mi diyeceğim.


 
Hikmet Barutçugil

7 Ekim 2011

inanmak istiyorum...




                                                    Ayten TAŞPINAR



Hint felsefesinin dört kuralı varmış...



İLK KURAL : 

" Karşına çıkan kişiler, her kimse, doğru kişilerdir." 

Bunun anlamı şudur, hayatımızda kimse tesadüfen karşımıza çıkmaz. Karşımıza çıkan, etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır, ya bizi bir yere götürürler ya da bize bir şey öğretirler. 


İKİNCİ KURAL : 

"Yaşanmış olan her ne ise, sadece yaşanabilecek olandır." 

Hiç bir şey, hem de hiç bir şey yaşadığımız şeyi değiştiremezdi. Yaşadığımızın içindeki en önemsiz saydığımız ayrıntıyı bile değiştiremeyiz. "Şöyle yapsaydım, böyle olacaktı" gibi bir cümle yoktur. Hayır, ne yaşandıysa, yaşanması gereken, yaşanabilecek olandır, dersimizi alalım ve ilerleyelim diye. Her ne kadar zihnimiz ve egomuz bunu kabul etmek istemese de, hayatımızda karşılaştığımız her olay, mükemmeldir.


ÜÇÜNCÜ KURAL :

" İçinde başlangıç yapılan her an, doğru andır." 

Her şey doğru anda başlar, ne erken ne geç. Hayatımızda yeni bir şeyler olmasına hazırsak, o da başlamaya hazırdır. 


DÖRDÜNCÜ KURAL:

"Bitmiş olan bir şey bitmiştir. Bu kadar basittir." 

Hayatımızda bir şey sona ererse, bu bizim gelişimimize hizmet eder. Bu yüzden serbest bırakmak, gitmesine izin vermek ve elde etmiş olduğumuz bu tecrübeyle ileriye doğru bakmak daha iyidir.


Ne güzel, ne rahatlatıcı sözler...


inanmak istiyorum...