21 Ekim 2014

seyahat sanatı



gezmeyi seviyorum, kim sevmez?
ancak gittiğin, gezdiğin yerden zevk almak, orada mutlu olmak için gezmeyi sevmek yetmiyor.ne zaman, nasıl, kiminle, nasıl bir ruh haliyle gezdiğin gezinin tadını, rengini belirliyor.

isviçreli yazar Alain de Botton'un "seyahat sanatı " kitabı gezmeye merakımdan dolayı ilgimi çekti ve bu yaz okumaktan en çok zevk aldığım (ve yazarın ruh ikizim olabileceğini düşündüğüm)  kitap oldu.

yazar her bölümde dünyanın farklı bir yerine yaptığı geziyi samimi ve mizahi bir dille anlatıyor . bu gezilerinde ona ya bir yazar, ya bir ressam ya da bir düşünür eşlik ediyor.

ilk kez gideceğimiz bir yer hakkında filmlerden, kitaplardan ve fotoğraflardan oluşturduğumuz hayaller ile oranın gerçekliğiyle karşılaşınca  yaşanan hayal kırıklığını ilk bölümde çok güzel anlatıyor. ne kadar masal gibi, rüya gibi yerlere gitsek de gittiğimiz yere kaygılı , huzursuz, melankolik yanlarımızı da  götüreceğimiz için orasının hiç bir zaman hayal ettiğimiz gibi muhteşem olamayacağını söylüyor.

estetik ve maddesel nesnelerden mutlu olabilme yetimizin öncelikle duygusal ve psikolojik ihtiyaçlarımızı; sevgi, anlayış, kendini ifade etme, saygı gibi ihtiyaçlarımızı tatmin etmemizi bağlı olduğunu söylüyor. yani hayatımızda kırgınlıklar, küskünlükler, anlaşmazlıklar v.b. durumlar varsa lüks otellerin, görkemli tropikal bahçelerin, muhteşem manzaraların tadını çıkarmamız (çıkarabilmemiz) mümkün olamıyor.

"estetik öğelerden alacağımız haz, zihinimizi bulandıran fiziksel ve psikolojik taleplerin insafına kalmıştır"

bizi çeken "egzotik"  sözcüğü üzerinde duruyor sonra ve egzotikliği Flaubert"in Mısır gezisi ile ilgili yazdıkları üzerinden anlatıyor :

"memleketimizde neyin açlığını çekiyorsak yurt dışında ona egzotik diyorduk. Flaubertin Mısır'la özleştirdiği egzotik özelliklerin hepsi kendi ülkesindeyken onu çileden çıkaranların tam zıddıydı."

"haritada kırmızı veya mavi çizgilerle çevrelenmiş bir toprak parçasında yaşayıp diğer toprak parçalarından nefret etme zorunluluğu bana oldum olası dar görüşlü, at gözlüklü ve geri zekalı bir aklın ürünü gibi görünmüştür" diyor flaubert."sevdiğim yer neresiyse ülkem orasıdır, bana hayaller kurduran, bana kendimi iyi hissettiren yerdir" (evet öyledir)

başka bir bölümde ise yazar Sina çölüne yaptığı yolculuğu anlatıyor:

 "o sonsuzlukta ne kadar küçük olduğumu yaşamak istedim"




bize kendimizi küçük hissettiren "yüce" şeylerin karşısında güçsüzlüğümüzle yüzleştiğimizi ve bunun hem haz veren hem de baş döndüren bir yüzleşme olduğunu söylüyor.

"yüce yerlerin batılıların gözünde ilgi çekici hale gelmesinin, tam da geleneksel tanrı inancının zayıfladığı zamana denk düşmesi tesadüf değildir. bütün bu yerler, seyyahların artık şehirlerde yaşayamadıkları türden coşkulu duygular yaşamalarını sağladı. insanlara  bir yandan kendilerinden daha büyük bir güçle duygusal bir bağ kurmanın kapılarını açarken, bir yandan da kutsal metinlerin ve büyük dinlerin öne sürdüğü iddialara bağlanma zorunluluğundan  da kurtardı onları"

"dağlar ve vadiler; bu gezegenin bizim dışımızda, bizim gücümüzden kat kat fazla bir güç tarafından inşa edildiğini, biz doğmadan çok uzun zaman önce var olmuş ve biz öldükten sonra da var olacak bir güç tarafından şekillendirildiğini hatırlatırlar bize." De Button şehir hayatında, fast-food restorantlarında, peyzaj edilmiş parklarda bu gücün varlığını kolaylıkla unutabileceğimizi söylüyor.

7. bölümde yazar çok imrendiğim bir gezi yapıyor; Provence gidip Van Gogh rehberliğinde onun resmettiği  zeytin ve lavanta bahçelerini, buğday tarlalarını, köyleri geziyor. buraların ışığı ve renkleriyle van gogh'un resimlerindeki  ışığı, rengi karşılaştırıyor.

De Button gittiğimiz yerlerde neden fotoğraf çektiğimizi, neden adımızı sütunlara, kayalara yazdığımızı veya hediyelik eşyalar satın aldığımız ise şöyle açıklıyor:

"güzellikle karşılaştığımızda içimizde uyanan en baskın dürtü, ona sahip olma dürtüsüdür. güzelliği tutmak, ona yaşamımızda yer vermek isteriz. Şunu söylemek gelir içimizden : ben buradaydım, bunu göndüm ve bu, benim yaşamıma yer etti"

bu bölümde ingiliz eleştirmen ve düşünür John Ruskin'in sözlerine yer veriyor : "güzelliği sahip olmanın aslında tek bir yolu vardır o da güzelliği anlamaktan ve ona neden olan etkenlerin bilincine varmaktan geçer. bu bilinçli anlama sürecini gerçekleştirmek için en etkili yöntem  yeteneğimiz olup olmadığını düşünmeksizin gördüklerimizi resme yada yazıya aktarmaktır."

peki resim yapmak neden önemlidir?

Ruskin'e göre resim hiç yeteneği olmayan insanlar tarafından yapıldığında bile değerlidir, çünkü bize görmeyi öğretir: "resim sanatı sayesinde bakmak yerine farketmenin bilincine varırız. sonuç çok kötü de olsa bir nesnenin resmini çizdiğimizde ona daha net bir gözle bakarız, onu oluşturan ögeleri ve özellikleri kesin bir biçimde kavrarız. resim yapmak, bundan önce nesnelerin gerçek görünümlerine karşı kör olduğumuz gerçeğini yüzümüze vurur"

son bölüm seyahatlerden dönüşte yaşadıklarımız üzerine...

"Barbadostan Londra'ya döndüğümde, ben yokken şehrin bütün inadıyla hiç değişmediğini farkettim. eve dönmüş olmak üzdü beni." (evet bilirim)

De Button "seyahatlerimizden aldığımız haz, belki de gittiğimiz yer değil, giderken ki ruh halimizle ilgilidir. hayatımızın büyük çoğunluğunu geçirdiğimiz mekanlara bir seyyah gözüyle bakabilseydik o zaman yaşadığımız her yer yüce dağlar, ormanlar gibi ilginç olabilirdi belki" diyor...

etrafa seyyah gözüyle bakmak ne demektir?  alıştığımız, kanıksadığımız, ezberlediğimiz evimiz, mahallemiz ve şehrimizdeki yenilikleri algılamaya açık olmak,  daha önce hiç görmemiş, hiç orada bulunmamış gibi bakabilmek...

yatak odasının etrafında seyahate çıkan ve gözlemlerini Yatak Odamda Seyahat adlı kitabında toplayan Fransız yazar Xavier de Maistre'in yaptığı gibi... (daha sonra De Maistre,  yatak odasında gece de seyahate çıkıyor ve bu sefer gözlemlerini   Yatak Odamda Gece Seyahat adlı kitabında anlatıyor.)

"pembeli mavili pijamalarının içinde, kendi odasının sınırlarında yaşamaktan memnun olan De Maistre, bizi usulca dürter, uzak diyarlara seyahat etmeye kalkışmadan önce çevremizde görüp önemsemediklerimize bakmamızı hatırlatır."

evime seyyah gözüyle bakmayı becerebilirsem belki de başka yerlere  gerek kalmayacak...


5 Ekim 2014

edebiyat ne işe yarar?






           Kitaplar her zaman bana iyi gelir, duygularıma ortak, düşüncelerime tercüman olur,  dünyada benimle aynı şeyleri yaşayan, hisseden, düşünen insanlar olduğunu göstererek yalnızlığımı azaltır.
        
        Edebiyatın ne işe yaradığını etkileyici bir şekilde anlatan bu güzel  videoyu izleyince sizinle paylaşmak istedim, ingilizce alt yazıyı anlama da zorlananlar için bazı yerlerini kendimce çevirdim :
  • Dünyada bu kadar önemli şey olurken kitap okumak büyük zaman kaybı gibi gözükse de aslında en zaman kazandırıcı araçlardan biridir. Bu sayede yüzyıllar boyu birikmiş anı, bilgi ve tecrübeyi çok kısa bir sürede öğrenebilirsiniz.
  • Edebiyat hepimizin kullanabileceği bir 'gerçeklik simülatörü'dür. Hayatınız boyunca  deneyimleyemeyeceğiniz olayı, insanı orada bulabilirsiniz,  bize yaşayamayacağımız, göremeyeceğimiz hayatları, insanları, ülkeleri gösterir. Bir insan öldürmenin, boşanmanın, işten atılmanın, vicdan azabı çekmenin, çölde kalmanın, bir ülke yönetirken çuvallamanın nasıl bir şey olduğunu çok kısa bir sürede öğrenebilirsiniz.
  • Edebiyat zamanı hızlandırır.Çocukluktan yaşlılığa bir ömrü bir günde görebilirsiniz.
  • Roma generali, 11.yüzyıl fransız prensesi, işe yeni başlamış rus bakıcı gibi başka yerde tanışamayacağınız insanlarla tanıştırır.
  • Edebiyat kıtalar ve yüzyıllar arasında gezdirir ve sizi bir dünya vatandaşı yapar.
  • Olaylara durumlara başkasının gözünden bakma imkanı sağlar.
  • Edebiyat sayesinde kendi hayatınızı başkalarınınkiyle kıyaslayabilirsiniz.
  • Genellikle gösterdiğimizden daha tuhafızdır. Çoğu zaman aklımızdan geçenleri söyleyemeyiz. Ama gerçek kimlik ve hislerimizi kitaplarda bulabiliriz. Bazen bizi bizden daha iyi anlatan satırlara denk geliriz. Yazarlar bize kendimizi keşfetmenin anahtarını sunar.
  • Yazarlar iç dünyamızda yaşadığımız ve adını koyamadığımız  kırılgan, tuhaf, özel deneyimlerimizi tanımlayacak kelimeleri bulurlar
  • Kitaplar gerçek dostlardır, ihtiyacınız olduğu her zaman el uzatırlar, durumu, olayı, gerçeği en yalın haliyle açıklarlar.
  • Hayatta en büyük korkumuz başarısız olmak, işleri berbat etmektir. Bir çok kitap başarısız olanların, her şeyi eline yüzüne bulaştıranların hikayelerini anlatır. Ancak onları medya ve popüler kültürün yerden yere vuran kolaycılığıyla yargılamaz, itip kakmaz. Anlamaya çalışır.
  •  Bütün bu çabasına rağmen edebiyat hayatı bölen, dikkati dağıtan, eğlencelik bir şey gibi algılanır. Boş zaman doldurucudur. Plaj eğlencesidir. 
  • Oysa edebiyat aslında bir terapidir. Bilgelik, iyilik ve aklıselim içinde yaşamamızı sağlar.