31 Aralık 2012

kendime öğütler...






işte yeni yıl için söylemesi kolay  öğütler :

geçmişteki hatalarına çok fazla takılı kalma...

yeni yılda da yeni hatalar , beceriksizlikler, dengesizlikler, tutarsızlıkların olacak kabul et...

daha çabuk telafi etmeyi, kendine daha az kızmayı ,en azından daha çabuk affetmeyi dene...

gene bi tarafın "öfff gitmek istemiyorum, yapmak istemiyorum, evden çıkmak istemiyorum" diye inat etmeye, ayak sürümeye devam edecek...

sen de kendini arkadan itmeye " hadi kaaaalk... yürüüü... çııık dışarııı" demeye devam et...

annene daha daha daha sabırlı ol... onun sana olduğunun en az yarısı kadar...

resim yaparken, karar verirken, yeni  şeyler denerken daha cesaretli ol...

depresyonu kısa tut... girdin mi çıkmasını bil...

daha yaratıcı ol... resimde, işinde, hayatında ...

yeni yerler, yeni tadlar, yeni insanlar dene...

yarım bıraktığın, ertelediğin işleri bitir...

"ayıp olmasın" ı daha az kullan... önce kendine ayıp etme...

daha cesur ol, daha cesur ol, daha cesur ol...


 "bize öğüt yok mu" diyenler  için ise :




 “Bu senin hayatın. Ne seviyorsan onu yap ve bunu sıklıkla yap.
 Eğer bir şeyi sevmiyorsan, değiştir.
Eğer işini sevmiyorsan, bırak.
Eğer yeterince vaktin yoksa, televizyon izlemeyi kes.
Eğer hayatının aşkını arıyorsan, dur; sevdiğin işleri yapmaya başladığında seni bekliyor olacak.
Fazla analiz yapmayı kes, hayat basittir.
Her lokman için şükret. Bütün duygular güzeldir.
Aklını, kollarını ve kalbini yeni şeylere ve insalara aç.
Biz farklılıklarımızla birleşiriz.
Yanında gördüğün insana tutkusunu sor ve sana ilham veren hayalini onunla paylaş.
Sık sık seyahat et, kaybolmak kendini bulmana yardım eder.
Bazı fırsatlar bir kez gelir, onları yakala.
Hayat tanıştığın insanlarla ve yarattığın yeni şeylerden ibarettir;
bu yüzden çık ve yaratmaya başla. Hayat kısa.
Hayalini yaşa ve tutkunu paylaş.



12 Aralık 2012

ben öldükten sonra...



N.A (reprodüksiyon)





             " ölüm üzerine çok düşünüyorum…" diyor,

"  ölümün nesini, ölüm anını mı, senden sonra burada  ne olacağını mı öldükten sonrasını mı ?"

" hepsini ama en çok ben gidince burada ne olacağını… ben yokken  hayatın nasıl olacağını merak ediyorum…"


kim etmez ki?…


benden sonrası nasıl olacak?

bu sorunun altında bi çok soru var aslında :

beni özleyecekler mi?... arayacaklar mı?... ardımdan üzülecekler mi?... hatırlayacaklar mı?... eksikliğimi hissedecekler mi?... izim kalacak mı?
yoksa hiçbir şey olmamış gibi normal hayatlarına devam mı edecekler? 

ben hiç olmamışım gibi…

bi zamanlarda bi … vardı  diyecekler mi ardımdan?…

bu durumun ufak çaplı bir denemesini psikodramada yapmıştık:

çember şeklinde oturan grubun içinden bir kişi sandalyesi ile çemberin dışına çıkıyor ve sandalyesini gruba ters çevirerek oturuyordu. 

grup onu yok sayarak o ayrılınca grupta neyin eksildiği üzerine konuşuyordu. grubun dışında oturan kişi ise bu konuşmaları dinliyor ve gruptaki etkisinin ne olduğunu öğreniyordu.

hepimiz için çok etkileyici bir deneyim olmuştu, hiç tahmin etmediğimiz sözler duymuştuk...

bunu yaşarken duyabilse/görebilse kaç kişi intihardan vazgeçmişti kimbilir... 

diğer insanlar için ne anlam ifade ettiğimizi, onların hayatında ne kadar yer kapladığımızı görebilmek ve onlara 
"bana iyi geliyorsun, benim için önemlisin, sensiz hayatım çok eksik, boş, anlamsız olurdu" diyebilmek...

ne kadar kolay ve  ne kadar zor...







6 Aralık 2012

kimse kimseyi bilemez







en çok kendime kızarım...

“neden öyle söyledim, neden şöyle söylemedim, niye öyle yaptım, çok gereksiz konuştum, düşüncesiz davrandım…” 

en çok kendime canım sıkılır… istediğim gibi biri olamama, zaaflarıma yenik düşmeme, beğenmediğim davranışlarıma… kızarım da kızarım… 

sonra azarı yiyen tarafım suratını asar, canı sıkılır, uykuları kaçar… kendimi affedene kadar  biraz içe döner, yalnız kalırım… 

böyle zamanlarda kitap okumak iyi gelir…




                                            Kimse kimseyi bilemez


                                 Kimse kimsenin, kendi kendiyle
                                               Didişip dururken
                                                       Neler çektiğini bilemez;

                                 Kimse kimsenin, kendi kendini
                                              Kabında tutmaya çalışırken
                                                       Neler çektiğini bilmez;

                                 Kimse kimsenin,kendi kendini
                                             Okşayıp avuturken de
                                                      Neler, neler tattığını bilmez;

                                Aslında, kimse kimseyi bilmez
                                                  Kimse kimseyi bilmez,
                                                         Bilse de, bir şeye yoramaz.

                                                     Cahit Koytak



bu aralar Cahit Koytağın “Yeni Başlayanlar İçin Metafizik” kitabını okuyorum... insana ve hayata dair o kadar anlamlı, o kadar güzel şiirleri var ki… 

sevdiğim şiirleri blogda paylaşırım düşüncesiyle sayfaların arasına kağıt koyuyordum ki bir baktım nerdeyse her sayfada kağıt var…

arada bir paylaşırım belki ama hepsini paylaşamayacağım için iyisi mi siz kitabı alın derim... dönüp dönüp okuyacağınızı garanti ederim...










21 Kasım 2012

sağlıklı beslenme...(mi?)


 Nusret topuzoğlu


hergün kefir içmelisin... günde bir çay kaşığı üzüm çekirdeği çok faydalı ... zeytinin çekirdeğini de yutmalı... ekmeğin ise ruşeymlisi... soya filizi de kullanacaksın... buğday çimini ekip çıkınca suyunu sıkıyor içiyorsun... omega 3 ve omega  6 dengesi çok önemli...  bol sebze meyve ama genellikle az pişmiş veya çiğ olacak... tabiki hepsi organik...yetmezse sarmısak hapı, enginar hapı var... tavuk köy tavuğu, kırmızı et antibiyotiksiz, sebze- meyve hormonsuz, süt/yoğurt yarım yağlı veya yağsız olmalı... ekmekler tam buğday ekmeği, en iyisi evde yapılanı... aaa  keten tohumunu da unutmayalım... kalp sağlığı için salatalara çorbalara mutlaka katmalı... 

ömründe kafeye,  lokantaya, markete gitmemiş , pizza, hamburger, cips, dondurulmuş, hazır, hormonlu veya katkılı gıda görmemiş, bütün salçasını, tarhanasını, eriştesini, turşusunu, sucuğunu, ekmeğini  kendi yapmış annannem  mide, dedem ise bağırsak kanserinden öleli 35 yılı geçti neredeyse...

sağlığına dikkat etme konusunda  ömrümde gördüğüm en titiz insan olan babam ise kan kanserinden öleli 5 yıl oldu...
 

sağlıklı beslenme adı altında söylenenlerin ne kadarının doğru ne kadarının pazarlama olduğu konusunda emin değilim...

ama ruh hastalıklarına son yıllarda yeni bir hastalık katıldı adı : "ortoreksiya nervosa

türkçesi "sağlıklı beslenme takıntısı"  modern zamanların yeni hastalığı...

hastalığın tanımı şöyle :

"özellikle 30 yaş üstü, iyi eğitimli, orta sınıfa mensup kişilerde görülen ortoreksiya nervoza hastalığı, yediği her şeyin sağlıklı ve yararlı olup olmadığını takıntı haline getirilmesi anlamına geliyor...

kurallar kişiden kişiye değişiyor ancak sadece en sağlıklı gıdaları yeme motivasyonu şeker, tuz, kafein, alkol, buğday, soya, mısır ve süt ürünlerinden uzak durmalarına neden oluyor...

ingiltere’deki beslenme derneği’nin başkanı,  hastalığın son birkaç yıldır çok yayıldığını, hastaların tüm vaktini sağlıklı beslenme kitapları okuyup kaliteli gıdalar satan dükkân araştırmaya harcadığını anlatıyor ve bu kişilerin kendilerini fiziksel ve ruhsal açıdan çok sağlıklı sandıklarını, hasta olduklarını fark etmediklerini  söylüyor."

daha fazla bilgiyi  buradan  edinebilirsiniz

yemeğin lezzeti sağlıklı olmasından daha önemli benim için... ömrümün geri kalanını,  annemin artık çoğunu unuttuğu yemeklerine yeni lezzetler ekleyerek geçirsem bana yeter sanırım...




13 Kasım 2012

hayatım film ...

 Helga Berger



"sadece nefesinizi izleyin... burnunuzdan girişini ve çıkışını...
aklınıza gelen düşüncelere müdehale etmeyin... bir sinema perdesindeymiş gibi sadece seyredin..."

yogaya meditasyon ile başlıyoruz...

ve hocanın bu yönergesi bir terapi tekniğini aklıma düşürüyor:

"sinemaya gittiğinizi hayal edin... koltuğa oturuyorsunuz... ışıklar sönüyor ve film başlıyor... perdede sizin hayatınız oynuyor... ilginç mi?... sürükleyici mi?... heyecanlı mı?... trajik mi?...  sıkıcı mı? sonuna kadar seyreder misiniz?... yoksa yarıda çıkar mısınız?"

nefesimi izlemeye çalışsam da  meditasyonda aklım buna takılıyor...

sinemaya giriyorum, koltuğa oturuyorum, salon kararıyor ve perdede tombul bir kız çocuğu anaokuluna gitmemek için ağlıyor... işe giden annesinin ardından onun kazaklarına sarılıp kokluyor... annesiyle babası kavga ettiklerinde ise çok korkuyor...

abisiyle besledikleri tavşanları okşuyor sonra, onlarla oynuyor... tavşanların her yeri kemirmesine kızan babası aylardır bakıp büyüttükleri  tavşanları kapıcıya kestiriveriyor,
ne ağlamak... ne ağlamak...

içe basıyor diye tuhaf, ağır ayakkabılar giydiriyorlar ayağına... bir yerlerini çarptığında eti hemencecik morarıyor... geceleri bir türlü durmak bilmeyen burun kanamaları ile uyanıyor, kan yutuyor... anne-babasının paniklemiş hallerini izliyor... 

acil servisler... doktorlar... tüp tüp verilen kanlar... tahliller... bir yandan kan hastalığı ile uğraşırken öte yandan anne babasının boşanma duruşmasına gidiyor...

offf ne iç karartıcı bir film bu...

üstelik daha sarılık olacak, üç- dört kere okul değiştirecek, sık sık hastahaneye yatıp çıkacak, maddi sıkıntı çekecek, okurken hayal ettiği işe giremeyecek ve en sevdiği insanı gözlerinin önünde kaybedecek...

bu kadarı türk filminde bile olmaz...

yarısında çıkarım ben böyle filmin...


9 Kasım 2012

yoksa tutuculuk mu?



 Nusret Topuzoğlu



ne olacak bu eşyalarla duygusal bağ kurma,

sevdiğim eşyalardan vazgeçememe halim?

sevdiğim ucu/topuğu erimiş, naylon çorap kıvamına gelmiş çoraplarımı atamam,

tüylenmiş kazaklarımı - ki bazıları yaş olarak çocukluktan çıkıp ergenliğe girdi- evde giyerim deyip saklarım...

modası geçmiş ayakkabılarla dolaşırım...

kulbu kırık bardaklar illa küçük saksı ya da kalemlik olmak zorunda...

sevdiğim, güzel yazan kalemler nasıl bitersiniz?  insafsizlar...

kanadı kırılmış güzel desenli şemsiyelerim...sizlerle ne fırtınalı anılarımız oldu...

belki de bundandır sevdiğim kitapları tekrar tekrar okumam, sevdiğim 
filmleri tekrar tekrar izlemem...

sevdiğim ve ezberlediğim müziklere takılı kalmam...

bi yandan annemi her yeri çizilmiş alüminyum, emaye, teflon, plastik tabaklarını/tencerelerini atmaya iknaya çalışırken beş yıllık cep telefonumdan ayrılmanın hüznünü yaşıyorum...

ne güzel telefondun sen...şarjın çok dayanırdı, müziğin güzeldi, kaç yıllık sevdiğim mesajlar, resimler saklıydı içinde...
bi daha açılmayacağını bildiğim halde bak atamıyorum seni...

ya solan çiçeklerim...size  baktığımda gözlerimdeki hüznü görmüyor musunuz? 

nasıl uyum sağlayacağım ben bu gittikçe daha hızlı değişen dünyaya ?




12 Ekim 2012

yaşlı anne ile nasıl başedilir?



L.Arın


kırk yaşını aşmış arkadaşlarımla sohbet ederken kendimizi anne-babalarımızdan (çoğunlukla da annelerimizden, çünkü genellikle babalar önden göçmüş oluyor) konuşurken, şikayetlenirken buluyoruz…

genellikle 60’ı 70’i ve hatta 80’i devirmiş olan annelerimizin ne kadar mantıksız, çocukça davrandıklarından, söz dinlemediklerinden, kapris yapıp inatlaştıklarından yakınıyoruz…

bunları konuşurken de sanırım otuz yıl önce onların bir araya geldiklerinde bizi şikayet ettikleri kelimeleri kullanıyoruz...

ama çocuğa kural, yasak koymak otorite kullanmak daha kolay…  yaşlı ise,  zihinsel yetileri ve hafızası zayıflamış olsa bile kendi kararlarını kendi vermek isteyen ,kendi kendine yeterliymiş gibi  gören, üstelik hiç de yaşlı olmadığına inanan bir insandır... 

gerçekte ise yaşlı görünümlü bir çocuktur…

annem ve arkadaşlarından görüyorum ki insan yaşlandıkça -aynı çocukluktaki gibi-  yetişkinliğin sözsüz kuralları ve zorunluluklarına uymaktan muaf oluyor…

diğer insanların hakkında ne düşüneceği korkusu kalmıyor , böylece daha rahat, umursamaz ve boş vermiş olunuyor...

her güne ve her yere aynı kıyafetleri giymek, saçını-başını görünüşünü umursamamak, keyfine ve ruh haline göre davranmak, plansız, günlük hatta anlık yaşamak…

bir nevi ermişlik mertebesi yani...

ben ise hala yetişkinlik aşamasında olduğum ve insanları/kuralları önemsediğim için onu ayıplıyor, mantıklı olmaya , aklı başında davranmaya zorluyorum…(tabiî ki boşa çaba)

oysa onun dikkati ve konsantrasyonu 5 yaşındaki bir çocuğunki kadar kısa ve söylediğim her şey ertesi güne unutmuş oluyor...

konuştuğumuz her şey ertesi güne unutuluyor ama  bazı anılar, yaşantılar her gün tekrar tekrar anlatılacak kadar aklında kalıyor… bir türlü, bir türlü unutulmuyor…

işte ben,  çocuklukta aynı soruları tekrar tekrar sorarken ve aynı masalı tekrar tekrar anlattırırken onun gösterdiği sabrı, aynı olayları, anıları, kelimeleri, binbeşyüzüncü kere dinlerken ona gösteremiyorum... 

sürekli saatime bakarken, bir yandan da anne-babalara çocukları ile ilgili yardımcı olan bir sürü kitap olmasına rağmen neden çocuklara anne-babaları hakkında yardımcı olacak kitaplar yazılmadığını düşünüyorum…






3 Ekim 2012

sarkaç...



                                                                N.Arın


hayatımın en temel çelişkisi yalnızlıktan sıkılıp insanların arasında olmayı özlemem sonra da  insanlardan sıkılıp yalnız kalmayı istememdir...

arkadaşlarla birlikte olmak,  vakit geçirmek güzeldir... zevklidir... antideprasan etkisi yapar... insanı  canlı tutar... yaşama bağlar... hayata katlanmayı kolaylaştırır... dertleri sıkıntıları hafifletir…

kendini unutturur...başka hayatlar görmeni sağlar...

ama onlarla birlikteyken bir süre sonra kendimi eve dönme hayalleri kurarken bulurum… sigaranın tiryakinin burnunda tütmesi gibi yalnız kalmak burnumda tüter…

sakin, sessiz, huzurlu evim uzaktan cennet gibi görünür, beni kucağına çağırır... 

gözlerden, sözlerden uzak olmanın dayanılmaz rahatlığı...

ama evimde tek başıma uzun zaman geçirdiğimde  bir yandan sessizlik büyürken  bir yandan da kafamın içi sesler, sözler, görüntüler, anılar, düşüncelerle  yavaş yavaş dolmaya başlar…

bazen bunların beni ağır ağır dibe çektiğini , boğduğunu, nefes alamadığımı hissederim…dünya anlamsızlığa bürünür ve benden uzaklaşır...

böyle zamanlarda şarabın da pek faydası olmaz…

işte o zaman bir arkadaşın neşeli/enerjik sesi hayata dönüş biletidir… zihnimi susturur, beni içimden dışarı çıkarır… dünyaya geri dönerim...

ta ki yeniden yalnız kalmayı özleyene kadar...

bir sarkaç gibi yalnızlıktan insanlara ,insanlardan yalnızlığa salınır dururum…


24 Eylül 2012

bir kitap okudum ve...


 N.Arın


kitapçı ve market raflarında gittikçe daha fazla sayıda  kişisel gelişim kitapları görüyorum...

insana olta atan isimlerinin ve inanılmaz satış rakamlarının yarattığı merakla  elime alıyor ve karıştırıyorum...

birbirine benzer şeyler söyleyen (istersen yaparsın!...inanırsan olur!..) 
içerisinde ünlü insanlardan özdeyiş , başarı öyküleri , felsefeden, psikolojiden, kutsal kitaplardan hap gibi kısa alıntılar ve kişiye gaz verici cümlelerin yer aldığı,   okuyana kendini - geçici süre- iyi hissettiren  ama kapağı kapandıktan bir süre sonra unutulan gelişim kitapları…

bir dönem çekim yasası, bir dönem NLP, bir dönem kuantum , EFT, hipnoz vs… şeklinde trendleri olan ve çevremde pek çok kişinin okuduğu (bir kaçını ben de merakla okudum ) self terapi kitapları…

Orhan Pamuğun yazdığı gibi okuyunca hayatımızı değiştirecek kitabı arıyoruz galiba…

aslında kitaplar hayatımızı değil ama bizi değiştiriyor… 

genellikle de -romanlar gibi- değiştirme iddası olmayan kitaplar yapıyor bunu… ama bunun için yıllarını vermiş emektar bir okur olmak lazım…

daha hızlı  kişisel gelişim isteyenlere ise (pek çok kişinin gözünü korkutan) terapistler var... deneyimlerimden biliyorum ki iyi bir terapistin sağladığı faydayı hiçbir kitap, falcı, ilaç vs. sağlayamıyor…

ama bir çok kişi, kendini değiştirmektense kitabı,  ilacı veya falcıyı değiştirmeyi daha kolay görüyor...

ne ilginçtir ki hem şikayetçi olduğumuz hem de değişmesinden korktuğumuz hayatlar yaşıyoruz…

ve hayatın sırrını kulağımıza fısıldayacak kitabı arıyoruz…





31 Temmuz 2012

acıların çocuğu...

 N.Arın



"hatıra defterime baktığımda hayatımda sevinçten çok üzüntünün olduğunu görüyorum" yazmışım 20 mayıs 1983'te...

evde çekmeceleri karıştırırken ortaokuldan beri zaman zaman yazdığım günlüklerimi buldum.

ortaokul ve lise günleri bol kanamalar... aciller... hastahanede yatmalar... kan nakilleri... kanserden ölen mahalle ve sınıf arkadaşı... kazada ölen arkadaşımın abisi... kuşumuzun ölmesi ... kötü geçen sınavlar..."aptal tipli" tarihçinin bana zayıf vermek için elinden geleni yapması... parasızlık gibi trajik olaylarla dolu.

sanki kemalettin tuğcu romanındaki acıların çocuğu benim...

mutlu olduğum ve eğlendiğim günler de var (doğum günleri, yılbaşılar, öğrenci kampı, okulun son günleri vb.) ama azınlıktalar. galiba acı, üzüntü duyduğum olaylardan daha çok etkilenip daha fazla yazmışım...

sonuçta mutlu olduğum bir çok günü artık hatırlamıyorum ama üzüntülü günlerim ayrıntısıyla kaydedilmişler.

okurken yazdığım bazı cümleler beni hem güldürdü hem de kendim üzerine düşündürdü... bir kaç örnek ;

- "uğruna sıkıntılar çektiğim üniversite bu mu? tanrım ne olacağım ben memur mu?" (1985)
   
   (evet... doğru tahmin)

- "tanrım kendimi bulmama yardım et"(1985)

   ( bulacaksın ama insanların yardımıyla... )

- "hayatımı değiştirmek, kendimi değiştirmek, bu düzeni değiştirmek istiyorum" (1985)

   ( yürü be...kim tutar seni... )

- "dün doğum günümdü, 19'a adım attım...20'ye yaklaşmak gözümü korkutuyor"

    (ah canım, yerim seni )

"içki içmek ,pink floyd ve rock dinlemek, ağlamak çok güzel..." (1986)
     
     ( hala ortak noktalarımız var)

- "başka bir yerde, başka bir ortamda ve farklı kişilerle yeni bir yaşama başlasam..."(1986)

    (vazgeçilmez bir hayal olarak kalacak...)

- "mutlu muyum diye sorduğumda yanıt veremiyorum..."
  
     (işte hiç güncelliğini yitirmeyen soru... )