16 Temmuz 2011

Surviver'ı ben kazandım!





                                                             N.Arın


Bloğa şöyle bir baktım da "ne bu ciddiyet kardeşim !" dedim. Üç günlük dünyada irdele irdele nereye kadar? Filozof olmaktansa mahallenin delisi olmak daha eğlenceli bence. Ya da içtiğim şaraplar yüzünden böyle düşünüyor olabilirim.

Neyse efendim bu surviver muhabbetlerini görünce bende kendi surviver maceramı anlatayım dedim, buyrun :

Üniversitenin ilk yılında yaz tatilinde arkadaşlarla birlikte tatil yapmak için üniversitenin kampına yazılıyoruz. Öğrencilerine 10'ar günlük dönemler halinde tam pansiyon ucuz tatil yaptıran bir kamp bu. Kamp zamanı gelince de bavulları topluyor ve kampa gitmek yerine özgürlük ve maceranın tadını yaşamak adına kendi başımıza tatil yapmaya karar veriyoruz.

İki kız iki erkek (o zamanlar hepimiz sadece arkadaşız) bir yerlerden bir çadır odası (çadırın içine konulan odalardan) buluyor ve Didim'e doğru yola çıkıyoruz. Didim'in uzağında bir yerlerde inerek yoldan yaklaşık yarım saat yürüyor ve ıssız sessiz bir koya ulaşıyoruz.

Önce çadır odasını kurmaya çalışıyoruz ama oda çadırla birlikte işlevsel olduğu için çadırsız bir türlü ayakta duramıyor.Neyse ayakta durur hale getiriyoruz. Etrafta bizden başka kimse olmadığı için eşyalarımızı açıkta bırakıyoruz.

İlk günler eğlenceli geliyor. Kumlu pırıl pırıl bir denizi var. Bol bol yüzüyoruz. Ancak  sadece içecek kadar tatlı suyumuz olduğu için duş alamıyoruz. Öğle saatlerinde sıcak basınca koydaki tek ağacın gölgesine dört kişi sığışmaya çalışıyoruz.

Getirdiğimiz hazır yiyecekler bitiyor, öğlenin 50 derece sıcağının altında pişirdiğimiz hazır çorbaları ve zeytinyağlı makarnaları yiyor, neredeyse kaynamış suyumuzu içiyoruz. Suyu bitirdiğimizde 30-40 dakika yürüyerek ulaştığımız bir oluktan dolduruyoruz.

Bir türlü ayakta duramayan çadırı her gün yeniden şekle sokmaya uğraşıyor akşam olunca da yaklaşık 3x3 m büyüklüğündeki odada yanyana, fazla hareket edemeden yatıyoruz.

Sabah güneşin doğmasıyla çadırın içi dayanılmaz sıcak oluyor ve uykumuzu alamadan çadırdan çıkmak zorunda kalıyoruz. Sonraki günlerde çadırı boşverip dışarda yatmaya başlıyoruz.

Geceleri ay ışığında bütün gün sıcaktan kaynamış likörlerimizi içiyor, sarhoş olup kusuyor, kusmak için denize girip kendini kaybeden arkadaşları sürükleyerek boğulmaktan kurtarıyoruz.

Tuzlu derimiz günden güne kuruyor, davul gibi geriliyor, saçlar ise peruk mu desem kask mı desem hepsi bütünleşmiş oyuncak bebek saçı kıvamında.

Açlık, susuzluk, sefillik  sıcakla birleşince eğlencesi azalıp işkencesi tahammül edilemez hale geliyor ve birbirimize batmaya, diş bilemeye başlıyoruz.

Neyse ki cinnet geçirip birbirimizin boğazını sıkacak hale gelmeden İzmir'e dönmeye karar veriyoruz.

Üniversite kampının süresinden daha erken döndüğümüz için, ailelere durumu çaktırmamak adına kalan günlerimizi arkadaşın evinde dinlenerek tamamlıyoruz. Duş alıp, normal yemeklere kavuşunca ruh sağlığımızda düzeliyor.

Özgürlük ve maceranın tadını beğenmeyince  bir yıl sonra tıpış tıpış  üniversitenin kampına gidiyoruz...tabildot yemek kadar güzeli var mı  :)







4 yorum:

  1. ehe süpper bi macera ya!bende geçen kamp günlüğümü buldum pek bi komik meceralar:D

    YanıtlaSil
  2. Çadır odası ne ki? İlk kez duydum... Madem özgürdünüz be kardeşim neden yer değiştirmediniz? Alemsiniz... :))) Ben bu gelinciklere bayıldım kardeş... Muhteşem olmuşlar... eline sağlık...

    YanıtlaSil
  3. 87 li olmasam valla yayınlardım.çok bi ergen kokulular.az daha bekkleyelim antika kıvamına gelince yayılıycam

    YanıtlaSil

ses verenler