19 Şubat 2019

ilk yıl...

   


birbirimize istemediğimiz kadar benzerken birbirimizden bir o kadar da farklıyız... 
    
en büyük benzerliğimiz kaygıdan kaçıp huzuru aramak... 
bazen bir ritüel gibi sürdürdüğümüz tekrarlarda huzur buluyoruz... 

her gün aynı saatte kalkıp, aynı kahvaltıyı yapıp, aynı yollardan geçerek işe gitmek... iş arkadaşlarıyla üç aşağı beş yukarı aynı sohbetleri, dedikoduları, şikayetleri yapmak... akşam gene aynı yollardan evine dönmek... aynı saatlerde akşam yemeğini yerken tv'den birbirinin aynı programları seyretmek... aynı tarihlerde izne çıkıp, birbirinin aynısı tatiller yapıp dönmek... 
     
garanti olanın, bilinenin, tahmin edilebilenin rahatlığını, huzurunu yaşamak...

biliyorum, ben de yıllar boyu aynı ritmi yaşadım... ama her şeyin rutin ve düzenli olması, alışkanlığa dönüşmesi getirdiği konforun yanında nasıl da  boğucu oluyor... 

emekliliğe karar vermem de en büyük sebep bu boğulma, sıkılma duygusuydu... ne yapacağımı bilmiyordum ama bu boğucu rutinden çıkmam gerektiğini biliyordum...  
sonrası korkutuyordu, bilinmezlik korkutucu olduğu kadar çekici ve heyecanlandırıcı da... 

korkmak, heyecanlanmak iyi geliyor insana, yaşadığını hissettiriyor... 

     "bir şeyden korkuyorsan onu yapmalısınsık sık aklıma gelen bir terapi cümlesi... 

bir yıl olmuş emekli olalı... emekli olunca ne yapacağım diye kaygılanıyordum, şimdi neler yapmışım diye dönüp bir bakıyorum ki ; 
      
yaşadığım şehrin hiç bilmediğim  görmediğim yüzünü keşfettim... yeni sokaklar, yeni dükkanlar, yeni mekanlar... çarşılarda, sokaklarda, parklarda, dükkanlarda gündüz saatlerinin sakinliğini, rahatlığını  gördüm... 
sonra çalışırken vakit ayıramadığım etkinliklere, atölyelere katıldım ;

"sinemanın kodları" atölyesinde filmdeki görsel etkiyi sağlayan kamera hareketleri, açılar, mekan kullanımı gibi ayrıntıları öğrendim... "sinemitoloji atölyesi"nde Alfred Hitchcock filmlerinin çekildiği yıllara göre nasıl zamanın ötesinde olduğunu, içerdiği mitolojik öğelerle birlikte  öğrendim... "sinema ve psikanaliz" atölyesinde ise sıradışı yönetmenlerin bazen seyretmesi zor filmlerini seyredip, psikanalitik göndermelerini ve yorumlarını dinledim... 




      
üniversiteden beri sanat filmlerinden ve bu filmlerin izlenip üzerine konuşulduğu ortamlardan ne kadar uzak kaldığımı, ne kadar özlediğimi farkettim, hele seninle aynı şeylere ilgi duyan insanlarla tanışmak, konuşmak nasıl iyi geliyor insana... 
      
evi eşyaları yeniden elden geçirdim, yeniden ayıkladım sonra, ayıkladıkça hafifledim... kalabalık ev nasıl da ağırlık yapıyor insana... 
kıyafetler ve eşyaların yanı sıra 600'e yakın kitap bağışladım... dolaplarımı boyadım, duvarımı kağıt kapladım...
reçeller, turşular, yoğurtlar, zeytinler, likörler yaptım sonra... merak ve heyecanla olmalarını bekledim... 

yapacağım her neyse geniş zamanda, acele etmeden yapmayı öğrendim...

komşularıma daha fazla zaman ayırdım ve onları daha yakından tanıdım...          
üstüne bir de huyu suyu, düzeni, hayatı tamamen farklı bir ülkede üç hafta geçirdim... 

emekliliğimin ilk yılı ezberlerimi bozduğum, yeni şeyler deneyimlediğim, sınırlarımı zorladığım, korktuğum ve heyecanlandığım bir yıl oldu...

sürdürdüğüm alışkanlıklarım da oldu;
seramik yapmaya, yürümeye, dostlarla vakit geçirmeye, kitap okumaya, gezmeye, kaktüslerim ile ilgilenmeye, film ve dizi izlemeye devam ettim.... 
    
memnun muyum ?  memnunum... 
ikinci yılda da ne yapacağımı biliyorum : 
   
                   "bir şeyden  korkuyorsan onu yapmalısın"













15 Ocak 2019

bir başka düğün...



ilk kez bir seyahate büyük bir korkuyla çıktım...

iki hafta öncesinde sağır olmanın kıyısından dönmüştüm, kulak enfarktüsüymüş... kortizonlu haplar, iğneler, diyetler, tedaviler, tedaviler...

böyle bir sağlık sorunundan iki hafta sonra çok uzak bir ülkede üç hafta geçirmek gözümde büyüdü... büyüdü... 

internetten zor vize verdiğini, çok az kişinin ingilizce konuştuğunu, google ve sosyal medya araçlarının kapalı olup ancak vpn ile girilebildiğini, trafikte, yer isimlerinde latin harflerinin nadiren kullanıldığını okumuştum. 
gözümde canlanan bir sürü kabus senaryosu sebebiyle olabilecek her duruma  karşı envai çeşit ilaç stoku yaptıktan sonra korku ve heyecan içerisinde yola çıktım... 

çünkü dünyanın diğer bir ucunda yapılacak olan bir düğüne davetliydim... 

altı kişilik kız tarafı olarak Şangay hava limanına indiğimizde bizi damadın annesi karşıladı. karşılamakla da kalmadı üç hafta boyunca bize hem rehberlik hem de ev sahipliği yaptı... 

üç gün Şangay iki gün Suzhou, iki gün Hangzhou ve on iki gün de düğünün yapılacağı  Xiamen olmak üzere üç haftayı bulan Çin yolculuğundan çok şey öğrendim :

24 milyon nüfusu olan bir şehrin trafiksiz gürültüsüz çöpsüz üstüne gelen kalabalıklar ve sıkışma duygusu olmadan, güven, düzen, yeşillik ve huzur içerisinde bir arada yaşayabildiğini gördüm... 
caddelerinde dört-beş  şeritli yolların olması, en sağ şeridin bisiklet ve motosikletlere ayrılması, kat kat üst geçitler, şehrin her yerine ulaşan metro ağı, ucuz ve dakik toplu ulaşım, korna çalmayan sakin sürücüler, şehre bir rahatlık, sakinlik kazandırmış... 
   


           








şehri güzel ve yaşanır kılan diğer bir unsur da peyzaj olmuş. parklar, bahçeler yollar hep çiçeklendirilmiş, düzenlenmiş, bakımlı ve güzel... Parklarda akşam saati müzik çalıp kalabalıklar halinde dens edenleri görmek mümkün...




















kalabalık nüfusun ev sorunu 20 - 30 hatta daha yüksek katlı devasa toplu konutlarla çözülmüş görünüyor... bizim de bir benzerinde kaldığımız bu sitelerde neredeyse bir kasaba nüfusu yüksek güvenlik içerisinde yaşamakta... ancak bu nüfustan beklenmeyecek kadar sessiz ve sakin bir hayat sürmekteler...



şehrin gece görünümü de önemsenmiş, köprüler, toplu konutlar, gökdelenler tarihi binalar farklı farklı ışıklandırılmış. gece dışarı çıktığınızda bambaşka bir manzara ve büyüleyici bir şehir silüeti izliyorsunuz...




kredi kartı yerine karekodlu yaşantı yaygınlaşmış telefonla karekod okutularak alışveriş, yemek, market ücreti ödeniveriyor. dilenen bir kişinin önündeki karekodu cep telefonuna okutarak sadaka verenleri bile görmek mümkün... 

ingilizce bilen çok az, satıcılarla hesap makinesi aracılığı ile fiyat yazarak pazarlık edilebiliyor ve genelde söylenen fiyatın çok aşağısına ürünü satın alabiliyorsunuz. 

Çin'e gideceğimden bahsettiğim herkes "orada ne yiyeceksin, köpek, fare, böcek mi yiyeceksin" sorularını sordu... internette çok çeşitli yemek imkanı olduğunu okusam da tedbirli davranarak bir miktar yiyecek götürdük yanımızda... 
orada gördük ki gıda yelpazeleri çok geniş ; domuz, dana, kuzu, ördek, tavuk ve her türlü deniz hayvanı (balık, ahtapot, midye, karides, kerevit, su kaplumbağası, deniz hıyarı, deniz solucanı, yengeç, ıstakoz, deniz anası, aquadis kurbağa v.b.)yeniyor.




yemekte özellikle ördek çok tüketiliyor. çorbası, ızgarası, kafası, dili, bağırsağı, ayağı, ciğeri, taşlığı ve hatta jöle haline getirilmiş kanı pişirilerek yeniyor... 
dana daha az tüketiliyor ve özellikle budist kesim kutsal sayarak yemiyor... 

                                    


sebzeler lahanagiller, marul, turp, çeşit çeşit mantar, soya filizi, bambu vs. genelde haşlanarak yeniyor. yemeklerin çoğunda soya sosu, zencefil, zerdeçal sarımsak kullanılıyor. yemekler porsiyon olarak değil, masanın ortasındaki döner tablaya konuyor ve herkes döndürüp kendi tabağını alıyor... 





aynı anda iki farklı çorba ,kuzu, ördek, balık, karides gibi farklı etler, iki ayrı sebze İki farklı tatlı sipariş verilebiliyor ve bunlar herhangi bir sıra izlemeden piştikçe masaya geliyor... yani balıktan başlayıp arkadan bir çorba, sonra sebze, sonra tatlı, sonra ördek, ardından başka bir  çorba gibi karışık yenebiliyor...  

ekmek yok onun yerine haşlanmış pirinç ve nodul yeniyor, herhangi bir lokantada masada ekmek, limon, tuz, baharat, salata olmuyor, su isterseniz de sıcak su geliyor...üstelik her yerde çubukla yiyorlar...

vazgeçilmez kabul ettiğimiz  inek sütü, yoğurt, peynir de tüketilmiyor. yerine soya ve tofu var. un pek kullanılmadığı için evlerde fırın da yok... 

bizim için bayağı zor oldu tabi... 

ama biraz ezber bozmak, sınırları zorlamak lazım di mi...




ama kestaneleri ve tropik meyveleri enfesss... 
hünnap ve alıç'ı da çok tüketiyorlar...

birazda çinlilerden bahsedersek ; 

kısa oldukları efsanesi yalanmış. bizim gibi kısa, orta ve uzunlar. hiç fark yok...
geleneklerine ve aile değerlerine düşkün insanlar. 
büyükanne, dede, gelin, damat hepbirlikte oturabiliyorlar. 
yaşlılar çok saygı görüyor...

Çin misafirperverliğini görünce Türk misafirperverliğinin abartıldığı kanaatine vardım. misafirin karnı doyuncaya kadar yemeğe başlamıyorlar öylesine misafirperverler... 




ayrıca çok yardımsever ve ince düşünceliler... 

ancak çince tuhaf bir dil, vurgularını anlamak güç, ses tonlarından kavga mı ediyorlar sohbet mi ayırmak zor...
üç haftanın sonunda ezberimde kalan üç çince kelime oldu...

bizdeki gibi düğün adetleri de var; akrabalar evlenenlere para yardımında bulunuyor, ama bunu herkese göstermeden kırmızı zarf içerisinde yapıyorlar, damat bol bahşiş dağıtıyor, uğurlu kabul edilen saatte düğün salonuna giriliyor, gelinlik ve geleneksel kıyafetlerle fotoğraf çektiriliyor vb. 




ama bunların hepsi ayrıntı...

önemli olan dünya üzerinde iki ruhun bir bahaneyle karşılaşması ve yola birlikte devam etmeye karar vermesi...