16 Aralık 2021

"sana, beni asla tanımamış olan sana,"

 




 Kapım çaldı, eğildim balkondan "kim o" diye bağırdım.. 

"Kargo" diye bağırdı bir erkek sesi.. 

"yanlış bastınız" dedim, ismimi söyledi bağırarak... 

şaşkınlıkla kapıyı açtım. kargo beklemezken kim gönderdi acaba, sürpriz yapan kim ? ağırca bir koli verdi elime, baktım gerçekten adım yazıyor üzerinde...

kargocuyu gönderdikten sonra şaşkınlık ve sabırsızlıkla açtım koliyi... 

bir sürü ikinci el kitap var içerisinde... allah allah ben eski kitaplarımı sağa sola bağışlarken kim eski kitap gönderir ki bana? 

baktım kitapların üzerindeki naylon da başka bir isim ve adres yazıyor.. alıcı istanbul'dan bir kişi,  gönderen de izmir'den biri, ikisini de tanımıyorum...

gönderenin telefonunu çeviriyorum bir eski kitapçı çıkıyor istanbul'dan satın alınan kitap kolisine nasıl oluyorsa kargoda benim adım yapıştırılıyor...

kitapçı kargocu ile konuşup kitapları evden aldıracağını söylüyor. ertesi gün bekliyorum gelen giden yok... sonraki gün gene kimse yok... kitapçıya mesaj atıyorum kimsenin gelmediğine dair, şaşırıyor tekrar söyleyeceğim diyor. günler geçiyor kargodan kimse gelmiyor koliyi almaya. 

sonunda kitapçı arıyor ve kargodan ümidini kestiğini kendisinin gelip alacağını söylüyor. randevulaşıyoruz... 

akşam arıyor ve metrodan çıktığını söylüyor, evi tarif ediyorum. o eve doğru yürürken koliyi yeniden bantlayıp kucaklıyor ve dışarı çıkıyorum... 

genç bir adam kucağımda koli ile beni görünce hemen bana doğru yürüyor  teşekkür ederek elimden alıyor... sonra da elime küçük bir poşet tutuşturuyor... 

"bu da teşekkür için ufak bir hediye" diyor... ben şaşkınlıkla "niye zahmet ettiniz" derken şahit olduğum incelikten kalbim çarpıyor, o ise  koli ile yavaşça uzaklaşıyor... 

eve dönüp poşetin içine baktığımda 3 tane  eski kitap buluyorum okumadığım . bunlardan bir tanesi stefan zweig'ın "bilinmeyen bir kadının mektubu" adlı  kitabı. 

zweig, adını çok duyduğum ama sadece "satranç" adlı kitabını okuduğum bir yazar...  

uzun bir öykü olan  "bilinmeyen bir kadının mektubu"  ilk sayfasından insanı sarıyor, ömrü boyunca, ondan habersiz bir erkeğe delice aşık olmuş bir kadının iç dünyasını tüm ayrıntısı ve psikolojik derinliği ile anlatıyor... 

böylesine etkileyici bir kitabı okumama sebep olan tüm tesadüflere selam olsun...





19 Şubat 2019

ilk yıl...

   


birbirimize istemediğimiz kadar benzerken birbirimizden bir o kadar da farklıyız... 
    
en büyük benzerliğimiz kaygıdan kaçıp huzuru aramak... 
bazen bir ritüel gibi sürdürdüğümüz tekrarlarda huzur buluyoruz... 

her gün aynı saatte kalkıp, aynı kahvaltıyı yapıp, aynı yollardan geçerek işe gitmek... iş arkadaşlarıyla üç aşağı beş yukarı aynı sohbetleri, dedikoduları, şikayetleri yapmak... akşam gene aynı yollardan evine dönmek... aynı saatlerde akşam yemeğini yerken tv'den birbirinin aynı programları seyretmek... aynı tarihlerde izne çıkıp, birbirinin aynısı tatiller yapıp dönmek... 
     
garanti olanın, bilinenin, tahmin edilebilenin rahatlığını, huzurunu yaşamak...

biliyorum, ben de yıllar boyu aynı ritmi yaşadım... ama her şeyin rutin ve düzenli olması, alışkanlığa dönüşmesi getirdiği konforun yanında nasıl da  boğucu oluyor... 

emekliliğe karar vermem de en büyük sebep bu boğulma, sıkılma duygusuydu... ne yapacağımı bilmiyordum ama bu boğucu rutinden çıkmam gerektiğini biliyordum...  
sonrası korkutuyordu, bilinmezlik korkutucu olduğu kadar çekici ve heyecanlandırıcı da... 

korkmak, heyecanlanmak iyi geliyor insana, yaşadığını hissettiriyor... 

     "bir şeyden korkuyorsan onu yapmalısınsık sık aklıma gelen bir terapi cümlesi... 

bir yıl olmuş emekli olalı... emekli olunca ne yapacağım diye kaygılanıyordum, şimdi neler yapmışım diye dönüp bir bakıyorum ki ; 
      
yaşadığım şehrin hiç bilmediğim  görmediğim yüzünü keşfettim... yeni sokaklar, yeni dükkanlar, yeni mekanlar... çarşılarda, sokaklarda, parklarda, dükkanlarda gündüz saatlerinin sakinliğini, rahatlığını  gördüm... 
sonra çalışırken vakit ayıramadığım etkinliklere, atölyelere katıldım ;

"sinemanın kodları" atölyesinde filmdeki görsel etkiyi sağlayan kamera hareketleri, açılar, mekan kullanımı gibi ayrıntıları öğrendim... "sinemitoloji atölyesi"nde Alfred Hitchcock filmlerinin çekildiği yıllara göre nasıl zamanın ötesinde olduğunu, içerdiği mitolojik öğelerle birlikte  öğrendim... "sinema ve psikanaliz" atölyesinde ise sıradışı yönetmenlerin bazen seyretmesi zor filmlerini seyredip, psikanalitik göndermelerini ve yorumlarını dinledim... 




      
üniversiteden beri sanat filmlerinden ve bu filmlerin izlenip üzerine konuşulduğu ortamlardan ne kadar uzak kaldığımı, ne kadar özlediğimi farkettim, hele seninle aynı şeylere ilgi duyan insanlarla tanışmak, konuşmak nasıl iyi geliyor insana... 
      
evi eşyaları yeniden elden geçirdim, yeniden ayıkladım sonra, ayıkladıkça hafifledim... kalabalık ev nasıl da ağırlık yapıyor insana... 
kıyafetler ve eşyaların yanı sıra 600'e yakın kitap bağışladım... dolaplarımı boyadım, duvarımı kağıt kapladım...
reçeller, turşular, yoğurtlar, zeytinler, likörler yaptım sonra... merak ve heyecanla olmalarını bekledim... 

yapacağım her neyse geniş zamanda, acele etmeden yapmayı öğrendim...

komşularıma daha fazla zaman ayırdım ve onları daha yakından tanıdım...          
üstüne bir de huyu suyu, düzeni, hayatı tamamen farklı bir ülkede üç hafta geçirdim... 

emekliliğimin ilk yılı ezberlerimi bozduğum, yeni şeyler deneyimlediğim, sınırlarımı zorladığım, korktuğum ve heyecanlandığım bir yıl oldu...

sürdürdüğüm alışkanlıklarım da oldu;
seramik yapmaya, yürümeye, dostlarla vakit geçirmeye, kitap okumaya, gezmeye, kaktüslerim ile ilgilenmeye, film ve dizi izlemeye devam ettim.... 
    
memnun muyum ?  memnunum... 
ikinci yılda da ne yapacağımı biliyorum : 
   
                   "bir şeyden  korkuyorsan onu yapmalısın"













15 Ocak 2019

bir başka düğün...



ilk kez bir seyahate büyük bir korkuyla çıktım...

iki hafta öncesinde sağır olmanın kıyısından dönmüştüm, kulak enfarktüsüymüş... kortizonlu haplar, iğneler, diyetler, tedaviler, tedaviler...

böyle bir sağlık sorunundan iki hafta sonra çok uzak bir ülkede üç hafta geçirmek gözümde büyüdü... büyüdü... 

internetten zor vize verdiğini, çok az kişinin ingilizce konuştuğunu, google ve sosyal medya araçlarının kapalı olup ancak vpn ile girilebildiğini, trafikte, yer isimlerinde latin harflerinin nadiren kullanıldığını okumuştum. 
gözümde canlanan bir sürü kabus senaryosu sebebiyle olabilecek her duruma  karşı envai çeşit ilaç stoku yaptıktan sonra korku ve heyecan içerisinde yola çıktım... 

çünkü dünyanın diğer bir ucunda yapılacak olan bir düğüne davetliydim... 

altı kişilik kız tarafı olarak Şangay hava limanına indiğimizde bizi damadın annesi karşıladı. karşılamakla da kalmadı üç hafta boyunca bize hem rehberlik hem de ev sahipliği yaptı... 

üç gün Şangay iki gün Suzhou, iki gün Hangzhou ve on iki gün de düğünün yapılacağı  Xiamen olmak üzere üç haftayı bulan Çin yolculuğundan çok şey öğrendim :

24 milyon nüfusu olan bir şehrin trafiksiz gürültüsüz çöpsüz üstüne gelen kalabalıklar ve sıkışma duygusu olmadan, güven, düzen, yeşillik ve huzur içerisinde bir arada yaşayabildiğini gördüm... 
caddelerinde dört-beş  şeritli yolların olması, en sağ şeridin bisiklet ve motosikletlere ayrılması, kat kat üst geçitler, şehrin her yerine ulaşan metro ağı, ucuz ve dakik toplu ulaşım, korna çalmayan sakin sürücüler, şehre bir rahatlık, sakinlik kazandırmış... 
   


           








şehri güzel ve yaşanır kılan diğer bir unsur da peyzaj olmuş. parklar, bahçeler yollar hep çiçeklendirilmiş, düzenlenmiş, bakımlı ve güzel... Parklarda akşam saati müzik çalıp kalabalıklar halinde dens edenleri görmek mümkün...




















kalabalık nüfusun ev sorunu 20 - 30 hatta daha yüksek katlı devasa toplu konutlarla çözülmüş görünüyor... bizim de bir benzerinde kaldığımız bu sitelerde neredeyse bir kasaba nüfusu yüksek güvenlik içerisinde yaşamakta... ancak bu nüfustan beklenmeyecek kadar sessiz ve sakin bir hayat sürmekteler...



şehrin gece görünümü de önemsenmiş, köprüler, toplu konutlar, gökdelenler tarihi binalar farklı farklı ışıklandırılmış. gece dışarı çıktığınızda bambaşka bir manzara ve büyüleyici bir şehir silüeti izliyorsunuz...




kredi kartı yerine karekodlu yaşantı yaygınlaşmış telefonla karekod okutularak alışveriş, yemek, market ücreti ödeniveriyor. dilenen bir kişinin önündeki karekodu cep telefonuna okutarak sadaka verenleri bile görmek mümkün... 

ingilizce bilen çok az, satıcılarla hesap makinesi aracılığı ile fiyat yazarak pazarlık edilebiliyor ve genelde söylenen fiyatın çok aşağısına ürünü satın alabiliyorsunuz. 

Çin'e gideceğimden bahsettiğim herkes "orada ne yiyeceksin, köpek, fare, böcek mi yiyeceksin" sorularını sordu... internette çok çeşitli yemek imkanı olduğunu okusam da tedbirli davranarak bir miktar yiyecek götürdük yanımızda... 
orada gördük ki gıda yelpazeleri çok geniş ; domuz, dana, kuzu, ördek, tavuk ve her türlü deniz hayvanı (balık, ahtapot, midye, karides, kerevit, su kaplumbağası, deniz hıyarı, deniz solucanı, yengeç, ıstakoz, deniz anası, aquadis kurbağa v.b.)yeniyor.




yemekte özellikle ördek çok tüketiliyor. çorbası, ızgarası, kafası, dili, bağırsağı, ayağı, ciğeri, taşlığı ve hatta jöle haline getirilmiş kanı pişirilerek yeniyor... 
dana daha az tüketiliyor ve özellikle budist kesim kutsal sayarak yemiyor... 

                                    


sebzeler lahanagiller, marul, turp, çeşit çeşit mantar, soya filizi, bambu vs. genelde haşlanarak yeniyor. yemeklerin çoğunda soya sosu, zencefil, zerdeçal sarımsak kullanılıyor. yemekler porsiyon olarak değil, masanın ortasındaki döner tablaya konuyor ve herkes döndürüp kendi tabağını alıyor... 





aynı anda iki farklı çorba ,kuzu, ördek, balık, karides gibi farklı etler, iki ayrı sebze İki farklı tatlı sipariş verilebiliyor ve bunlar herhangi bir sıra izlemeden piştikçe masaya geliyor... yani balıktan başlayıp arkadan bir çorba, sonra sebze, sonra tatlı, sonra ördek, ardından başka bir  çorba gibi karışık yenebiliyor...  

ekmek yok onun yerine haşlanmış pirinç ve nodul yeniyor, herhangi bir lokantada masada ekmek, limon, tuz, baharat, salata olmuyor, su isterseniz de sıcak su geliyor...üstelik her yerde çubukla yiyorlar...

vazgeçilmez kabul ettiğimiz  inek sütü, yoğurt, peynir de tüketilmiyor. yerine soya ve tofu var. un pek kullanılmadığı için evlerde fırın da yok... 

bizim için bayağı zor oldu tabi... 

ama biraz ezber bozmak, sınırları zorlamak lazım di mi...




ama kestaneleri ve tropik meyveleri enfesss... 
hünnap ve alıç'ı da çok tüketiyorlar...

birazda çinlilerden bahsedersek ; 

kısa oldukları efsanesi yalanmış. bizim gibi kısa, orta ve uzunlar. hiç fark yok...
geleneklerine ve aile değerlerine düşkün insanlar. 
büyükanne, dede, gelin, damat hepbirlikte oturabiliyorlar. 
yaşlılar çok saygı görüyor...

Çin misafirperverliğini görünce Türk misafirperverliğinin abartıldığı kanaatine vardım. misafirin karnı doyuncaya kadar yemeğe başlamıyorlar öylesine misafirperverler... 




ayrıca çok yardımsever ve ince düşünceliler... 

ancak çince tuhaf bir dil, vurgularını anlamak güç, ses tonlarından kavga mı ediyorlar sohbet mi ayırmak zor...
üç haftanın sonunda ezberimde kalan üç çince kelime oldu...

bizdeki gibi düğün adetleri de var; akrabalar evlenenlere para yardımında bulunuyor, ama bunu herkese göstermeden kırmızı zarf içerisinde yapıyorlar, damat bol bahşiş dağıtıyor, uğurlu kabul edilen saatte düğün salonuna giriliyor, gelinlik ve geleneksel kıyafetlerle fotoğraf çektiriliyor vb. 




ama bunların hepsi ayrıntı...

önemli olan dünya üzerinde iki ruhun bir bahaneyle karşılaşması ve yola birlikte devam etmeye karar vermesi...











30 Haziran 2018

*yavaşla...



01. Sessiz ol. Zihnine bir fırsat ver. İçini genişlet.

02. Bilinçli bir şekilde nefes al ve ver. Aldığın her nefesin farkında ol. Anı genişlet.

03. Tefekkür etmek için vakit ayır. Vakti olgunlaştır.

04. Tek başına sakin zaman geçir. Zamanı genişlet.

05. Düşünce ve fikirlerini bir köşeye yaz. Zihnini genişlet.

06. Çiz, resim yap veya elinle bir şeyler inşa et.

07. Şarkı söyle. Dua oku. Zikret. Ruhunu genişlet.

08. Her yere yürü, yürüyebildiğin kadar yürü. Yürüyerek gidebileceğin her yere yürüyerek git. Ufkunu genişlet.

09. Kendi mahalleni yürüyerek tanı. Evinin etrafındaki insanları, dükkânları, zenginliği fark et. İçini genişlet.

10. Bir yabancıya gülümse. Bu sana hiçbir şeye mâl olmaz ama gününü daha güzel geçirmeni sağlar.

11. Başkalarıyla konuşmak için bir fırsat yarat. Çevreni genişlet.

12. Yanından geçip hiç uğramadığın bir parka veya bir mabede gir. Orada ruhunu dinlendir. Bir mezarlığa git, evvel gidenlere selam ver, onlarla konuş.

13. Kendini doğaya bırak. Tabiatta bir yürüyüş yap, yaprakları eline al, toprağı okşa, bir ağacı sev. O ağacı yeşerteni sev.

14. Süpermarketteki metal arabayı sürmek yerine yerel üreticilerin pazarlarına git ve gıdanı onlarsan temin etmeye çalış. Hoşbeş et, onların hikâyelerine misafir ol.

15. Yediğin her gıdanın hikâyesini merak et. Nereden geldiğini, kim tarafından üretildiğini, hangi emeklerle sana ulaştığını öğren.

16. Giydiğin şey nerede üretiliyor, bu üretim safhasında çocuk işçi çalıştırılıyor mu, emek sömürüsü yapılıyor mu bunlara dikkat et. Bilinci genişlet.

17. Bir şeyi tohumundan başlayarak büyüt. Bir tohum ekmek ve onun daimi bir ihtimam ve beslenme ile büyüdüğünü izlemek, daha yavaş, daha bağlı ve daha sahici bir hayat yaşamanın mükemmel bir analojisidir. Sabrını genişlet.

18. İnfak et. Yoksulları ara, yardım et. Onların sevgisiyle kalbini büyüt. Ülkeni genişlet.

19. Öte diyarlarda zulüm görenler için dua et, eylemde bulun, yüreklerinde acılarını hisset. Dünyanı genişlet.

20. Çayır çimene uzan, göğe bak. Kalbini genişlet.

21. Yârinin, evladının gözlerinin içine bak. Sevgini genişlet.

   *K.SAYAR



28 Mayıs 2018

emekli ben...


(broen soundtrack)


sevgili ayşe

bu yazıyı sana ithafen yazıyorum... 

çünkü yazmamı en çok isteyen en çok bekleyenlerin başında sen geliyorsun... 

yazmadığım da sana ayıp ediyormuşum gibi hissediyorum, çünkü seni önemsiyorum... 
benim olamadığım kadar derin, sıcak, şefkatli ve insancıl bir insan olduğunu düşünüyorum... 
bu yüzden mutlu olmanı istiyorum... 

yazmadığım süre boyunca neler yaptığımı anlatayım sana... 

2017 emeklilik için yaşımın dolduğu yıldı... 

ben de bu yıl boyunca enine boyuna emekliliği düşündüm... 
olabilir miyim, olamaz mıyım, olursam ne yaparım, çok mu sıkılırım, pişman mı olurum, yalnız mı kalırım gibi sorulara yanıtlar aradım... 

25 yıllık bir yaşam tarzını alışkanlığı bırakmak kolay olmuyor ama sonunda iş ortamında daha çok sıkıldığımı, hiçbir şey yapmadan evde otursam bile daha az sıkılacağımı fark ettim... bunu fark etmek karar vermemi sağladı ve şubat ayında emekli oldum... 

nasıl hissettim biliyor musun, bileğimden prangamı çıkarmışlar gibi, sırtımdaki ağır yükü almışlar gibi ya da bitkisel hayattan uyanmışım gibi... 
meğerse resmi iş hayatı enerjimin çoğunu anlamsız şeylere harcamama yol açıyormuş. 

artık enerjimi kendime, evime, hobilerime ve sevdiğim insanlara harcıyorum... kitaplar okuyorum  ( homo sapiens, homo deus, damızlık kızın öyküsü, seninle başlamadı, karanlıktan sonra) diziler seyrediyorum (black mirror, broen, mr. robot, this is us, blacklist, la casa de papel) seramikler yapıyorum, gezilere ve doğada yürüyüşlerine gidiyorum, arkadaşlarımla vakit geçiriyorum ve kaktüslerimle ilgileniyorum... 

en çok da evi elden geçiriyorum. uzun zamandır ellemediğim, elleyemediğim köşeleri, kuytuları karıştırıyorum. bana ağırlık yapan eşyaları ayıklıyorum...
eşyalarla duygusal bağ kurduğum ve çok anı olduğu için pek kolay olmuyor... 
az eşyalı basit bir hayata geçme hayalleri kuruyorum, yazlık ev hafifliğinde bir ev istiyorum. ama bunun için daha çok yolum var... 

işte sevgili ayşe görüşmeyeli bunlarla uğraşıyorum... 

bu arada senin artçı'nın ölümüne çok üzüldüm... 
emek verip baktığım, büyümesini izlediğim, bağlandığım çiçeklerimin ölmesi beni de çok üzüyor...

ama ne şanslı bir çiçekmiş ki arkasından böyle güzel bir yazı yazan birinin evinde yirmi yıl geçirmiş... 

hiçbir zaman iyi bir yazar olduğumu düşünmedim. ama arada sırada günlük hayatımdan bir şeyler yazmaya çalışacağım, en çok da senin okuyacağını hayal ederek... 

sevgiler...



16 Kasım 2017

mindfulness...


şu an salonumdaki üçlü koltukta sırtımı dayamış dizlerimi toplamış oturuyorum. dizime koyduğum tel spiralli defterime siyah ince uçlu kalemim ile  bu yazıyı yazıyorum... 

bilgisayarda slowtime açık, uzaktan kulağıma tanıdık yabancı parçalar geliyor, kalçalarımı ve belimin hafiften sızladığını hissediyorum, aklımı yarın yapmayı düşündüğüm işlere gidiyor, ama dikkatimi tekrar şu ana çekiyorum... 

şu an evdeyim, salondayım, evimde hafif bir yemek kokusu, yemeğimi yemişim, çayımı içiyor ve sakince nefes alıyorum. bir yandan da bu yazıyı yazıyorum...

işte bu durumun adı mindfulness... 

yani yaşadığın şu anda kendinde ve etrafında gerçekleşenleri olabildiğince oldukları gibi farketmek, anbean zihninden geçen düşünceleri görmek, yaşadığın duyguları vücudundaki hisleri oldukları gibi algılamak ve normalde yaptığın gibi gerçekleşenleri adlandırmadan ve yargılamadan, tepki vermeden, onlarla kalabilmek... 

bir yemeği yerken onu koklayarak, tadına vararak yemek, 
bir müzik dinlerken tüm bedeninizle duyumsamalarınızla  onu dinlemek, 
bir yere giderken etrafınıza insanlara olan bitene bakarak, görerek ve şeyleri fark ederek gitmek... 

herhangi bir olumlu olumsuz deneyimi biliş (cognition) duygu (emotion) ve davranış (action) ile bütünsel olarak yaşamak. 

'modern dünya için meditasyon' da deniyor. stres ile başa çıkma da kullanılmaya başlanan bir teknik bu... 

depresyon ve anksiyete de kayda değer sonuçlar vermiş. 

stres toleransını arttırmak, olumsuz senaryoların kaygısıyla kendimizi tüketmemek, mevcut zorlukları kabul ederek sakin ve mantıklı kararlar almak, kişilerle ilişkilerde ise yargılayıcı ve suçlayıcı olmadan iletişimin sürdürebilmek gibi beceriler kazandıran bir teknik olduğu söyleniyor... 

merak edenler için andy puddicombe'nin mindfulness ile ilgili açıklayıcı TED konuşmasını buradan izleyebilirsiniz

mindfulness uygulayıcısı shauna shapiro' nun konuşması ise burada :



18 Ekim 2017

ihtimaller denizi...








annem çok güzel sulu köfte yapardı...

yağsız kıymayı alır, soğan, bulgur, salça , yumurta ve baharatlarla  iyice yoğurur, bilye büyüklüğünde köfteler yapardı. bir tencereye koyduğu az salçalı suyu kaynatıp köfteleri içine atardı. 

o bilyeler kaynadıkça büyür, şişer, tadına doyulmaz bir yemeğe dönüşürdü...

sevdiğimi bildiği için ona gittiğimde sık sık yapar, artanını da saklama kabına koyup götüreyim diye elime tutuştururdu...

şimdi ondan gördüğüm gibi yapmaya çalışıyorum. 

ama bi sefer çorba gibi oluyorsa diğer sefer  bilyeler yumuşak köftelere dönüşmüyor, sert kalıyor...  
bazen kıymasını bazen de bulgurunu arttırıp bi daha deniyorum. 
yok o tat yok, hep bi şey eksik...

eskiden yapıp çok zevk aldığım bi çok şeyde de aynı tatsızlık var, hep bir şey eksik... hiç bir şey aynı tatta değil...

ne zaman eski zaman ne de ben eski ben değilim artık...
ne kitaplar, ne hayaller, ne gezmek, ne yüzmek, ne yazmak..

o zaman " düne ait ne varsa dünde kaldı, artık yeni şeyler söylemek lazım" mı demeli?

hayatı boş bir defter gibi görüp sayfalar doldukça yeni sayfalar mı çevirmeli?

eskiye tutunmak yerine yeni tadlar, yeni insanlar, yeni uğraşlar, yeni hayallere mi yönelmeli ?

çağımızın sloganı  'anı yaşa'nın önerdiği  gibi geçmişi geleceği düşünmeden sadece bu güne mi odaklanmalı?

nehire düşmüş bir yaprak gibi kendini akıntıya mı bırakmalı ?

hep geleceğe ertelenen hayallerin vakti gelmedi mi ?

bir ayağın geçmişte dururken geleceğe nasıl yürüyeceksin ?

o zaman geçmişi güzel anılarla geride bırakmanın vaktidir...

önünde koca bir 'ihtimaller denizi ' uzanıyor, haydi denize açılalım...




ihtimaller denizi / yüksek sadakat



.